Yayınlanma Tarihi: 04 Mayıs 2022 / Son Güncellenme: 05 Mayıs 2022
Geçtiğimiz günlerde, Fındıklı’daki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ünivesitesi’nde ‘İlkler’ adı verilen çok anlamlı bir sergi vardı. Açılışını 18 Nisan’da üniversite rektörü Prof. Handan İnci Elçi’nin yaptığı 140. Kuruluş Yıldönümü Etkinlikleri kapsamında düzenlenen sergi, 30 Nisan’a kadar sürdü ve ziyaretçiler tarafından büyük ilgi gördü.
Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Tiyatro Dekoru ve Kostümü Atölyesi’nin 1963-1973 mezunlarının çalışmalarından seçkiler içeren sergiye ‘İlkler’ adı verilmesinin nedeni, onların, bölümün açılmasından sonraki ilk mezunlar olması. Ki her biri Türkiye’nin sinema ve tiyatro dünyasına iz bırakmış önemli isimler oldu. Benim bu etkinlikle doğrudan ilgim, rahmetli eşim Arto Berberyan’ın da bu isimler arasında olmasıdır.
Bana ilk ulaşan ve konuyu anlatan, bölüm başkanı Prof. Refika Tarcan oldu. Sonrasında tüm hazırlık sürecinde canla başla çalışan ve hiç beklemediğim bir anda hayatıma giren, öğretim görevlisi sevgili Başak Özdoğan’dan aldığım bilgi doğrultusunda, bu etkinlik, Türk tiyatro, opera, sinema ve televizyon tarihinin ilk tasarımcılarına karşı bir saygı duruşu niteliğinde. Ulaşılan bugün hayatta olan sanatçılar ve hayatta olmayanların aileleri, sergilenecek çoğu orijinal eserleri seve seve vermişler. Tabii doğal olarak ben de eşim Arto Berberyan’ın hala saklamakta olduğum tüm okul çalışmalarını tıkıldıkları köşelerden çıkardım.
Sevgili Başak gelip, makul ebatta olan çalışmalardan bazılarını, bolca bulunan fotoğraflardan uygun olanları seçti. Biyografisi yazıldı ve nihayet beklenen gün geldi. Ama ben açılışa gidemedim. Hem herkesçe malum kalabalık yerlere girme çekincemden hem de o günküsel sağanak yağmurun yaratacağı klasik İstanbul eziyetini göze alamamamdan… Doğrusu itiraf etmeliyim ki belki önem derecesini pek idrak edememiş bile olabilirim. Oysa tanıştığımız anda, birbirimize kanımız kaynayan, karşılıklı kırk yıllık dost gibi hissettiğimiz sevgili Başak gitmemi çok istiyordu. Bundan sonrası yani mutlaka gitmem gerektiğine inanmam, kimi zaman gerçekleştiğinde akıl erdiremediğimiz bazı ilginçliklerde saklı…
Bir kere Refika Hanım’ın bazı sosyal medya sayfalarında paylaştığı hazırlık fotoğraflarının hemen hemen hepsinde bir köşeden onları izleyen tekir kedi tıpkı bizim kaybettiğimiz ve gizlice Arto’nun yanına gömdüğüm kedimiz Mşuş’a benziyordu. Eh benim gibilere göre insanın ruhu olur da hayvanın olmaz mı? “Vay canına” dedim kendi kendime “sanki kedimin ruhu orada veya bir elçi göndermiş de onları denetliyor.” Derken efendim ertesi gün bir dostumuz yaptığı mezarlık ziyaretinde genelde dostların mutlaka uğradığı sevgili Arto’nın mezarını kaplayan inanılmaz çiçeklerin resmini çekip “Arto abinin mezarına bahar gelmiş” diyerek gönderdi. Ve de inanmayacaksınız ama ertesi gün rüyamda Arto’yu gördüm ki ben genelde pek rüya görmem ya da rüyalarımı hatırlamam. Akademinin kapısında durmuş bana el sallıyordu. Aman Allahım, tüm bu olanlar o bir türlü akıl erdiremediğimiz bazı gerçek üstü işaretlere döndü. E ben şimdi ne yapar eder o sergiye gitmez miyim? Gidebileceğim en uygun gün Pazar ve o gün sergi kapalı. Ne oldu biliyor musunuz? Sevgili Başak sayesinde benim için kapılar açıldı ve gidip kimseler yokken, kalabalığa karışmadan ve hiçbir etki altında kalmadan gezdim. İyi ki kardeşim ve can dostumuz Serda da geldi yoksa ben orada hepten toz şeker ve de salya sümük olacaktım.
Bir kere çocukluğumdan beri o kadar arzu edip gönderilmediğim için hayıflandığım, yıllarca her önünden geçtiğimde hüzünlenip iç geçirdiğim ve inadıma hiçbir nedenle içeri girmediğim mekâna, ilk kez ta bu yaşımda adım atıyor olmak nasıl bir duygu karmaşası yarattı bilseniz… O mekân ki hem eşim hem kardeşim sürmüşler sefasını vaktinde. Ve ben çocukluktan beri bundan başka hiçbir şeyini kıskanmadım kardeşimin. Ki gerekse bir tek onun için canımı bile veririm. Ama akademiye gidişini hep kıskandım.
Sergi güzeldi, anlamlıydı, özenle hazırlanmıştı, keyifle dolaştım her bir köşesini inceledim dikkatle, düşler kurdum. Bahçesinde dolaştım tek başıma, oraya buraya rastgele serpiştirilmiş ve korumak için hiçbir özen gösterilmemiş olağanüstü eserlere hayran oldum. Ne diyeyim, içi başka güzeldi dışı başka. Ben de yapabilirdim tüm bunları… Eşim derdi ki “Gerçek yetenek eninde sonunda fışkırır” eh evet de geç kalınır geç. Zaman dediğin vızır vızır geçip gidiyor yanından, özgüven oluşana kadar yaşlar geçiyor. Neyse bu kadar hayıflanmak yeter. Sonuç olarak iyi ki gitmişim, çok değişik duygular yaşadım.
En inanılmazı da yine kedi oldu ha. Sanatsever insan hayvansever de olur genelde. O yüzden içeride rahatça salına salına gezen birkaç kedi vardı. Ama bir tanesi biz içeri girer girmez büyük bir heyecanla uzun bir “Miieee…” çekerek doğru bana geldi. Ön patisi de sakattı garibimin. Bize doğru seğirtince ben Başak’ı tanıdığı için ona geliyor sandım önce. Ama hayır efendim. Sanki yıllardır benim kedimmiş gibi doğru bana geldi. Yükselip patilerini dizime dayadı, kendisini okşamama izin verdi. İzin vermek de neymiş ısrar etti. Yere yattı güvenle göbeğini açtı. Başak bile şaşırdı, “Allah Allah bu hiç böyle şeyler yapmazdı” dedi. Şimdi siz benim yerimde olsanız ne hissederdiniz?
Ben bittim, mahvoldum, gülmekle ağlamak arasında gittim gittim geldim. Hele önüm sıra atılıp “miik, iiik” diyerek beni doğru Arto’nun eserlerinin olduğu yere götürdüğünde hepten koptum. Biz oradan ayrılana kadar bana adeta yapışıktı. Tek başıma bahçeye çıktığımda da benimle geldi, ilgilendiğim her heykele dokundu, süründü, garip sesler çıkardı. Hiç kedi gibi “miyav” demedi, her lafıma bir cevap gibi “mıırrnk, iiuk, aauuk” gibi garip sesler çıkardı. Siyah pantolonumun paçaları tüy içinde kaldı. Komik bir şekilde yukarı sıvadım ki gönlünce sürünsün. Bu kadar sırnaşık bir tavrı olunca biz giderken peşimizden geleceğini sandınız değil mi? Hayır efendim hiç öyle bir şey olmadı. Artık gidiyor olduğumuzu anlayınca son bir kez geldi kendini okşattı ve geri çekilip bir heykelin ayakları altına sığındı ve “güle güle” der gibik üçük bir “meuk” dedi. Çok etkilendim çok…
Oradan çıkınca beni doğruca Port Galata’ya götürdüler. Hani iki yıldır evimin civarından öteye gitmiyorum ya, hazır çıkmışken görüvereyim bari diye. Aman Allahım pes dedim pes. Yer güzel, pek modern pek şaşırtıcı ama o ne kalabalıktı öyle ve de o ne fütursuzluktu. Pahalılık diz boyu ama her yer tıklım tıklım dolu, maske yok, mesafe yok, gençler mıncık mıncık… İflah olmaz bu şehir. Ülkecek böyle belki ama ben ancak gördüğüm yeri eleştirebilirim. Bütün doktor arkadaşlarım, canım devletimin rahatlama telkinlerinin aksine, durumda hiçbir düzelme olmadığını söylüyorlar. Ölen ölsün kalan sağlar bizimdir diyorlar herhalde. Umulan belli bir yaşın üstündekileri temizlemek belki ama onlar çok temkinli, asıl topun ağzında olanlar gençler bence, hastalanıyorlar. Gerçi pek aldırmıyorlar ve çoğu da bir şekilde atlatıyor. Hımm anladııım… Onlar evlerindeki büyüklere bulaştırıyorlar nasılsa. Eh onlar da ölüversinler varsın. Ne yazık değil mi? Ne günlere geldik. Buyurun, yine ruh halim gibi karmakarışık bir yazı çıktı.
Bercuhi Berberyan
Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.
Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.
Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.