Paylaş
Tüm Sayılar      2022      Sayı 200 - Şubat 2022      Kulaç Dolusu Bir Ömür: Doğan Şahin

Kulaç Dolusu Bir Ömür: Doğan Şahin


“Gerçekten ilginç bir kişilikti babam; akademik ya da sportif başarıları bir yana, özel hayatında da nev-i şahsına münhasır bir adamdı her zaman. Uzun yaşadı, dolu dolu yaşadı ama her zaman farklı yaşadı,” diye sözlerine başladı 10 Ocak 2022’de, 91 yaşında aramızdan ayrılan babası Doğan Şahin’i anlatırken kızı Hande Şahin Celalyan. İnşaat mühendisi, iş adamı, yüzme rekortmeni ve yüzme maratoncusu kimlikleriyle öne çıkan, Ada’da yaşayan ya da sadece ziyarete gelenlerin bile vapur etrafında jet ski’siyle attığı akrobatik turlardan tanıdığı, en azından aşina olduğu Doğan Şahin’i vefatının ardından bir kez de kızlarının dilinden dinlemek için Büyükada’da yaşayan Hande Hanım’ın kapısını çaldım. Kahve için sözleşmiştik; büyük kızı Nazlı Şahin İmre ise beni kırmayıp sohbetimize İstanbul’dan telefonla katılmayı kabul etmişti.

Doğan Bey hakkında yıllardır pek çok şey yazılıp çizildi; Adalılar’ın “Doğan Abi”si, bir ömre yayılan deniz ve Büyükada tutkusu, Adalar Müzesi’nde sergilenen jet ski’si ile özdeşleşti hep. Kahvemi yudumlarken, başarılar, ödüller ve rekorlarla dolu hayatında elbette bambaşka anılar, bu anıların ardında yatan çok daha gerçek bir insan portresi vardır düşüncesiyle arkama yaslanıp kulak kesildim. Bu keyifli sohbet sırasında gözümün önünde bütün canlılığı ile ete kemiğe büründü Doğan Şahin: Erkek kardeşleri ile birlikte kız kardeşini direğe bağlayıp etrafında tamtam çalarak Kızılderili oyunları oynayan, halasını adadaki evlerinde dönme dolaba koyup yuvarlayan afacan bir çocuk, Yörükali’ye bisikletle gidip denize atlayan, kardeşiyle yaptığı sandalı Nizam’daki kayıkhaneden suya indirirken balkonda gördüğü 16 yaşındaki Aliye’sine abayı yakıp kâh adada, kâh şehirde peşi sıra giden tutkulu bir delikanlı, kızlarına kendilerine yetmeyi, ayakları üzerinde durmayı, denize, adaya koşulsuzca bağlanmayı, her şeyden önemlisi doğal olmayı öğreten bir baba, hafta sonu ölüveren ya da evlenenlere Büyükada’daki vaktinden çaldığı için hayıflanan bir “adasevdalısı,” torunlarıyla saatlerini geçiren, ellerine çivi-çekiç tutuşturup hayat eğitimi veren bir dede, bütün bilinen başarılarının yanı sıra hayata duyduğu iştahla çoğu zaman ailesinin ve sevenlerinin yüreğini hoplatan bir maceraperest, kedi-köpekten martıya tüm canlıları aynı eşitlikte gözeten bir hayvansever. Hepsinden önemlisi, zamanının hep ötesinde, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisinin her daim zirvesinde, dolu dolu yaşayan ama asla yaşlanmayan bir ruh…

Kimileri, isimlerin insanların kaderini belirlediğine, söz konusu bir aile büyüğünün adı ise hele, ona belirli sorumluluklar, beklentiler dayattığına inanır. Kişi isminin altında ezilir bazen, bazen de “ismiyle müsemma” oluverir. İsminin içerdiği anlamları özellik olarak kendinde barındırma hâlidir bu: Tıpkı, güçlü kollarıyla denizi yararak ilerleyen, keskin gözleriyle etrafını sarmalayan dünyayı gören, gözlemeyen Doğan Şahin gibi. Kâh duygusal, kâh kahkahalı ama son derece samimi sohbetimizden, “Ada’da bir devir kapandı” klişelerine kulak asmaksızın, bu özel ruhun adalarda her daim var olacağı inancı ile ayrıldım.

Doğan Şahin’e veda değil, selam olsun süzüldüğü yeni sularda…

Hande: Bir zevki vardı, babamın onu da dibine kadar yapması için herkes emrine amadeydi. Çocukluğumuzda bile kış günü Kilyos’a giderdik babam buz gibi havada yüzecek diye. Biz arabada donarız, babam yüzer, bu da ailenin Pazar gezmesi olurdu! Hep öyle yaşadık. O hep antrenmanını, yüzmesini yaptı. Ada’da mesela sinirlenirdi kıyıya paralel yüzenlere, “Burası benim antrenman saham, niçin burada yüzüyorlar?!” diye.

Melis: Evet, amcam (Tarık Şeyhun) anlatıyordu geçenlerde, “Hızlı yüzme, dalga yapıyorsun!” diye takılırmış ona da.

Hande: Tabi, dünya onun zevklerine göre dönmeliydi, ama onun dışında da hiç kimseye karışmaz, dedikodu yapmaz, kimseyi eleştirmez, kimsenin ne yaptığıyla ilgilenmezdi; tamamen kendi belirli zevklerini sonuna kadar yaşayacak bir hayat sürdü her zaman. “Adalar varken niye gidiyorsunuz buradan Bodrum’a, Çeşme’ye?”  diye çıkışırdı tatile güneye gidenlere. Hafta sonu evlenene ve hafta sonu ölene kızardı, “Bir Pazar’ımız var denize gireceğiz, cenaze var!” Sanırım o yüzden Pazar gecesi vefat etmeyi bekledi; hafta sonu olmasın kendi onca yıl başkalarına söylendikten sonra diye. Düğünler hafta sonuna denk gelirdi, herkesin babamı dinleyeceği yok! Düğün kazara denize yakın bir yerdeyse oraya tabi ki motorla gidilirdi. Vapura mı bineceğiz deyip, anne ve iki kız fönlü saçlarımız darmadağın, ipek elbiselerimiz savrularak babamın motorunda -kaptanlı kotra değil- tersyüz giderdik o düğünlere. O da yetmez, ipleri atar, tekneyi bağlar, iskeleye zıplardık ayakkabılar elimizde. Böyle Tarzan gibi gittik-geldik bu düğünlere de.

Nazlı: Bence Tarzan değil, o bir komando eğitimi oldu aslında. Her ahval ve şeraitte yola devam ettik.

Hande: Dalga vurur, kıyafetler sırılsıklam, ama ona vız gelir, “Ne yapalım, denizden geldik biz, sporcuyuz. Kompleks yapmayın işte tuzlu su, ne olacak?” derdi.

Melis: Aslında bir taraftan da çok özgürleştirici bir yanı var bunun. Birtakım kalıplara, klişelere riayet etmeksizin, olduğun gibi durmak ve her koşulda bu duruşu korumak.

Hande: Aynen öyle. Vapurda martıların fotoğrafını çeken turistlere de kızardı; ben orada şov yapıyorum, bunlar martılara bakıyorlar diye.

Nazlı: Bir kere ben vapurda dönerken adaya, babam geldi yine, dibimizde dolaşıyor jet ski ile, yanımda da yaşlıca bir hanım oturuyor. “Ay, evdekiler ne yapıyor acaba bununla?” dedi, Ben de, “Alışıyorsunuz mecburen,” diye cevap verince hayretler içinde bana dönüp baktı, “Babam olur da kendisi” dedim. Bu sefer kadıncağız, “Ah size de Allah yardımcı olsun” diye söze başlayıp evdekilere acımaya başladı…

Melis: Siz hem anne, hem baba tarafından adalısınız sanırım, öyle değil mi?

Hande: Evet, burada tanışmışlar. Babamın kayıkhanede sandalı varmış…

Melis: Hatta kendi yapmış sanırım sandalı?

Hande: Evet kendi yapmış, amcamla beraber. Onlar kayıkhaneden sandala binmeye gelirlermiş, annem de burada evin balkonundayken, uzaktan bakışırlarmış. Annem kaptanla balığa gidermiş tabi yalnız bir yere gidemeyeceği için, babam da kaptandan nereye gideceklerini öğrenip, o tarafa doğru yüzüp “Rastgele” dermiş. Ondan sonra da babam Teknik Üniversite’deyken, annem Dame de Sion’da, babam “tesadüfen” okulun çıkış saatlerinde kapıdan geçer, annemi bekler görüşürmüş. Tabi o zaman babam tam ada çocuğu, bisiklete binip Yörükali İskelesi’nden denize atlayan bir afacan… Ziya Paşa’da otururmuş onlar.

Nazlı: 1954’den bir resim buldum, “Canım Aliyem’e” diye Değirmen Plajı’nın köşesinden çekilmiş, arkada bizim ev gözüküyor. Ağaçlar o zaman seyrek olduğu için gözüküyormuş, daha bahçeyi de satın almamış ya da yeni satın almış dedem. Annem de 16 yaşında demek 1954 olduğuna göre. Annemin çeyizi de mesela içten takma 1.5 beygir motorlu bir sandalmış! Farklı bir hayatları varmış aslında o devre göre. Hayatı deniz üzerinde geçirmeye yönelik bir varoluş biçimi. Annem de severdi denizin üstünde olmayı, dolayısıyla babama uyması da o kadar zor olmamış.

Melis: Elbette, aksi takdirde çok zor olurdu birisi bir tutkunun peşinde giderken diğerinin seyirci kalması.

Hande: Tabi, her hafta sonu sabah denize çıkardık biz, akşam güneş batana kadar, motorun yettiği yere kadar giderdik -1.5 beygirken ona göre, 200 beygirken ona göre- bütün gün denizin üzerinde geçerdi.

Melis: Siz de yüzer misiniz?

Hande: Babam gibi değil; uzun mesafe yüzmemiz yok. Bizi teknenin burnuna oturturdu, son sürat giderdik. Hiç öyle, “Aman çocuk düşer,” düşüncesi yok. Annem de cesurmuş o zaman. İkimiz yatardık teknenin burnuna Nazlı ile, patır kütür, vura vura giderdik.

Melis: Torunlar olunca da bu maceralar devam etti mi?

Hande: Tabi, oğlum 2 yaşındayken -daha altında bezi vardı, babam jet ski’nin üzerine koyup, “bak ne güzel çocuğun resmini çekelim,” derken bir gaza bastı, fırladı gitti 2 yaşındaki çocuk jet ski ile. “Ay ne güzel harika, bağırma, korkutma çocuğu, müthiş bu çocuk bak nasıl gidiyor!” diyor babam, ben o sırada avaz avaz bağırıyorum, küçülüyor çocuk Yassıada’ya doğru gözümün önünde. Allahtan kendiliğinden durdurdu da orada bir yattaki kaptanlar gidip aldılar çocuğu! Bize daha sert bir babaydı ama çocuklarıma çok tatlı bir dede oldu aslında. Biz çocukları gece onlara bırakırdık mesela akşam bir yere gideceğimiz zaman, dönüşte çocuklar ne kadar eğlendiklerini anlatırlardı. Yedek parça kataloğunu çalışmışlar mesela dedeyle beraber, hangi buji nereye gider. Bir de tahtaları vardı, ona çivi çakmışlar, kim daha çok çivi çakacak, kim daha düzgün çakacak diye. Onlara da böyle oyunlar bulurdu, mengeneyle, çiviyle…

Nazlı: Babam STEM laboratuvarıymış da bizim haberimiz yokmuş! Bu arada Pazar gezmeleri derken, tekneye tırmanmak için asla bir merdiven yoktu; motora basarak tırmanıp kendimizi çekerek çıkardık denizden. O yüzden annem giremezdi mesela. Babam sandala çıkar gibi çıkardı, biz motorun kenarındaki kuyruğa basıp öyle çıkardık. Hala deniyorum, yapabiliyorum.

Hande: Asla erkek çocuk meraklısı olmadı; erkek kardeşleri ile durmadan oynarmış zaten, kız kardeşlerinin kolunu kırana kadar azarak. Dedesi en sonunda kızı almış ellerinden. Kızcağızı ağaca bağlayıp etrafında Kızıldericilik oynarlarmış. Bir seferinde evdeki dönme dolabı kırmış dede, çünkü halayı içine koyup çeviriyorlarmış haremlik-selamlık arasında. Hiç erkek çocuk merakı olmadı ama bize de hiç kızmışız gibi davranmadı.

Nazlı: Ama unutma, tamiratta da çıraklık yapardık. Bugünkü becerikliliğimizi de ona borçluyuz; bir yerde bir bozukluk varsa, hemen “bunu nasıl tamir edebilirim, babam nasıl tamir ederdi?” diye eski usul bakıyoruz konuya.

Hande: Kızım Leyla ilkokula başladığında arkadaşının cetveli kırılmış, “Dedem onu tamir eder,” diye alıp eve getirmiş. Babam, “Hale bak, bana eve iş getirmiş” diye gülüyordu. Çünkü hepimiz biliyorduk ki bir şey bozulunca babam tamir eder.

Melis: Ada’da annenizle antrenman yaptıklarını duymuştum?

Hande: İlk evlendiklerinde, Manş’ı 1961’de geçmiş, ondan önce antrenman yaptığı zaman mesela ada turu yüzermiş. 2-3 tane ada turu üst üste yapacak. Denize girip yüzmeye başlarmış, annem ona 4 saat sonra yemek götürürmüş deniz kenarına, onu atıştırıp ikinci bir tur atarmış. 4 saat sonra tekrar gelirmiş, babam bir tur daha atarmış. Öyle antrenman taktikleri varmış, annemin “yakıt ikmali” ile.

Melis: Bir de Heybeliada hikâyesi okumuştum böyle. Antrenman yaparken akıntı ile yolunu şaşırmış da Heybeli’den bir subay ve hanımı toplamışlar onu denizden diye… Başka böyle yoldan çıkmalar da oluyordu herhalde.

Hande: Elbette. Hem babamın kurtardıkları -benzini biten, motoru bozulan- hem de babamı denizden toplayanlar dolu. En son bir hikayesi vardı 2000’lere yakın bir sene. Jet ski ile kayboldu gece, biz aramaya çıktık. Meğerse Maltepe’ye gitmiş, güneş batarken Maltepe’den çok güzel gözüküyor Ada diye. Herhalde jet ski bozulmuş ki kalmış orada ama jet ski’yi de atmamış, üzerine yatarak, kulaç ata ata adaya geldi. Biz de o sırada DAK-SAR’ı seferber etmiştik. En az 70 yaşındaydı; Leyla liseye gidiyordu. Geldiğinde jet ski üzerine yatıp kulaç atmaktan bütün göğüs-karın bölgesi mosmordu. “Bırakır mıyım jet ski”yi?” diyor, onunla yüze yüze Maltepe’den adaya geliyor gece karanlıkta, vapurlar geçerken üstelik. Çok da fırtınalı ve karanlık bir havaydı.

Nazlı: O zaman hatırlarsan telefonu almadı diye kızdık ona. Telefonu da almamıştı, halbuki su geçirmeyen kılıfları vardı. En son işaret fişekleri getirmişti eşim ki en azından bir tane atsın da nerede olduğunu bilelim.

Hande: Çip taktırmayı bile düşündük. Hayvanlara takıyorlar ya şimdi. Ama o çip de ancak götürüp okutma ile çalışıyormuş, ekrandan takip etmek çok zor bir sistemmiş.

Nazlı: Bir seferinde de vapura fazla yanaşmış, altından oturarak gittiği jet ski’yi çekmiş vapur. Splendid’den bakarken Münir (Hamamcıoğlu) Bey görmüş, bir bakmış, babam vapurun kıç tarafında dolanırken birdenbire yok! Hatta kuzenimi aramış, o da bizi aradı. Meğer çok yaklaşınca, vapur ona yapışıp jet ski’yi altından çekmiş, o da denizde kalmış.

Melis: Jet ski gitti mi?

Hande: Olur mu? Bulduk iskelenin oralarda bir yerde de Nazlı ile kaptanı gidip aldılar. Malından da vazgeçmezdi.

Melis: Adalar Müzesi’ndeki hangisi?

Hande: İlk kullandığı. Onu GAP’a da götürmüştü değil mi Nazlı?

Nazlı: Tabi, hatta o yüzden o jet ski’ye “Urfa’lı” derdi. GAP’da paraşütle uçarken taşlara vurup kalkamadığı bir hikayesi de var hatta. Onlar yanlış hatırlamıyorsam 90’lı yılların sonundaydı. Bir de jet ski maceramız daha var Taşucu’ndan Kıbrıs’a gitmek üzere. Onun da antrenmanları yapıldı tabi adalar etrafında, benzini nasıl alacak yanındaki motordan giderken. Adalar’ı bir antrenman sahası gibi kullanmış uzun mesafeler için. Yolda mesela yakıt ikmali yapması lazım, o yandan atlayacak, öbürü ikinci jet ski’yi verecek, onu çekecek, birlikte gidecek…. “Ben Kıbrıs’a gideceğim Taşucu’ndan” dedi, “Sana bir tane kuvvetli motor veririm, gerisini tanımam, beni bulaştırma işine, sağ salim vardığınızı haber verirsiniz, sakın ha kaza durumunda haber vermeyin!” dedim.

Hande: Bir de by-pass ameliyatından sonra Prof. Bingür Sönmez ile bypass’lılara “hayat devam ediyor” diye cesaret vermek için bir faaliyet düzenlemişlerdi, Dragos’tan Büyükada’ya yüzmüştü. Onda da Bingür Hoca sandalda, Serço Ekşiyan ile beraber, kürek çekip eşlik ettiler. Vefatından sonra Bingür Hoca aradı beni, “Ben ona cesaret vermiştim ama sonra bir an için ne yapıyoruz diye düşünmedim değil”, dedi. Hatta ters bir akıntıya girdi, bir süre de yerimizde saydık; biz de takip ediyorduk çünkü. Çocuklar yağlamışlardı üşümesin diye. 3.5 saat falan sürmüştü adaya varması akıntı yüzünden.

Melis: Ama sanırım bu onun için çok önemli bir sınavdı çünkü sonuçta fiziki olarak kendisini engelleyen bir şeyin üstesinden gelmek ve -mesafesi ve sonucu ne olursa olsun- buna meydan okumaktı diye tahmin ediyorum bütün olay.

Hande: Kesinlikle öyleydi. Önceden bütün kontrolleri yapıldı, ekipler geldi, atlayıp yüzdü, sonra da kumsaldan Ada’ya çıktı. 70ler’indeydi.

Nazlı: Bir şey değilmiş 70ler’inde yüzmesi, hele de 80’de yaptıklarını gördükten sonra!

Hande: Jet ski ile tabi bir de sakatlıklar başladı. Yüzme yumuşak bir spor aslında, ona daha uygun. Ama bununla da eğleniyordu. Atlayıp zıpladıkça alkış almak hoşuna gidiyordu. Bir de monoton değil tabi, o yüzden jet ski’ye verdi kendini; ona daha kolay ve renkli geldi.

Nazlı: Bir de tabi farklı kaslar çalıştığı için de sorun oldu; yüzmede kullandığı kaslarla jet ski’de çalışan kaslar farklı olduğu için problem çıkardı diye düşünüyorum ben.

Hande: Tabi o araya giren bir şey daha var hiç kimsenin bahsetmediği: o hızlı teknelerle off-shore yarışlarına katıldı bir de bir aralar Josef ile birlikte. O dönem bütün gençler gelirdi Yupi’nin arkadaşları, biri 68’li, diğeri 68 yaşında diye Josef ile kendilerine, biz 68’liyiz diyorlardı hatta!

Nazlı: Bir de paraşütle uçmanın ilk başladığı zamanlarda -ki annem sağdı, demek ki 1987’den önce- Vakkorama’nın adada bir etkinliği vardı deniz sporları ile ilgili. Babam da paraşütle katılmaya gitti. Sahnede babam, Koko, bir de Nevzat Özer, üçü de 50’li yaşlarında, o sırada sandalları denizden temizlediler, tabi gayet ilkel şartlarda yapılıyor, öyle platformda duruyorsun da tekne gittikçe ip boşalıyor gibi değil şimdiki tatil köylerinde olduğu gibi. Neyse, babam gaz verdi, Nevzat Bey yükseldi, fakat o arada ip, demirli bir sandalın burnuna takıldı ve dolayısıyla, tepeye kadar çıkan Nevzat Bey bir pike yaptı aşağı doğru, sandala neredeyse yapışmak üzere. Babam gazı kesti, Nevzat Bey denize düştü. Ondan sonra hatırlıyorum Cem Hakko vardı, döndü arkadaşlarına, “Toplanın gidiyoruz, biz göre değil bu” diye. Onlar da denemek istiyorlardı aslında ama o kadar deli olmadıklarına karar verip vazgeçtiler.

Hande: Bir kere de Japon televizyonundan gelmişler babamı çekmek üzere. Adamlar karadan geliyor aslında ama babam, “beni motorla takip etseniz daha güzel çekersiniz” deyip bizim bahçıvan Mahmut’a tekneyi vermiş. Mahmut da giderken babamın sırtına vurmuş tekneyle Japonlar çekerken. Böyle anekdotlar da vardı tabi çok.

Nazlı: 1982’de motorla Haydarpaşa mendireğine çarptığı vakit önce kendini tedavi etmiş, Salacak’a kadar sahilden gitmiş, sonra oradan bir tane sandalcı bulmuş, “Sen benim arkamdan gel de, tekne su almaya devam ederse ben pompayla boşaltamazsam beni çekersin” demiş. Neyse, Kabataş’a park etmiş oradaki mendireğin içine. Bir taksi çevirmiş, taksi bunu almamış kanlar içinde yüzü gözü diye. Oradan Amerikan Hastanesi’ne gitmiş. “Neden Amerikan’a gittin baba?” dedik, “Orada böbrek taşımı almışlardı, beni tanıyorlardır” diye cevap verince çok gülmüştük. Neyse, anneme haber verdik, annem de hastaneye koştu, kapıda babamı sorunca, “Buyurun” demişler, “Siz kaza yapan çocuğun annesi misiniz?” Ah, ne sinirlenmişti annem! “Hiç utanmıyor saçından başından, beni annesi zannettiler,” diye. Ama alçısını çıkardığı gün motoruna binip gelmişti adaya. Asla taviz vermedi.

Melis: Annenizi çok daha genç yaşta kaybettiniz sanırım?

Hande: Tabi 1987 senesinde, 49 yaşında, trafik kazasında kaybettik. Babam neredeyse anneme tur bindirdi diyorduk, nazar değdi adamcağıza. Annemin üzerine daha bir 40 sene yaşadı. O yüzden giderken dedim, “Orada rahat dur, atlayıp zıplama, kadını yorma, sakin dur, kol kola gezinin orada” diye.

Nazlı: Hiç düşünemiyorum babamın sakin sakin gezebileceğini!

Melis: Hayvanlarla da arası iyiydi sanırım…

Nazlı: Hem de nasıl! Hafta içi İstanbul’da kedilere getirmek üzere yemekleri biriktirip hafta sonu adaya taşırdı hepsini. Dolayısıyla bizim Yahşi Bey Sokak’a girdiği anda etrafına sen de elli, ben diyeyim yüz kedi doluşurdu yemekleri dağıtırken. Evi de Nuh’un Gemisi gibiydi zaten, 3 tane köpek, nereden baksan 20 tane kedi. Kediler ve köpekler gayet iyi anlaşırdı. Arada bir de çay içmeye martı yavruları gelirdi. Herkes sırasını beklerdi, o hepsini tek tek beslerdi, masadan çorbalar, zeytinyağlılar… Hiç kavga etmezlerdi çünkü çok adil dağıtırdı. Son zamanda bile, bir şeyleri unutuyor zannettiğimizde, hangisine ne verip vermediğini, sırasını bilirdi.

Hande: Babamın İstanbul’daki evinde de dokuz kedi vardı. Vefat edince Nazlı’nın yardımcısı telefon edip, “Aman,” dedi, “Kapısını kapatın; bizim köyde derler ki odasına girerse kedi, ölmüşün ruhunu çalar.” Adamın yatağının içindeydi halbuki kediler!

Nazlı: Çok mahrem bilgiler verdik bu sohbette!

Hande: Çok!

Melis: Mahremi sizde saklı, ama bu keyifli sohbet sayesinde Doğan Şahin capcanlı belirdi yanı başımızda. Her ikinize de okurlarımız adına çok teşekkür ederim.


Yayınlanma Tarihi: 03 Şubat 2022  /  Son Güncellenme: 03 Şubat 2022


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.