Paylaş
Tüm Sayılar      2025      Sayı 240 – Haziran 2025      Dijital Bir Adada Polemik Kültürünün Yitik Zamanları

Dijital Bir Adada Polemik Kültürünün Yitik Zamanları

Burgazada Mahalle Meclisi katılımcısı


Adalar’ı koruma meselesi, çoğu zaman zihnimizde mimari siluetlerin, yaya kültürünün dingin adımlarının, sahillerin huzurunun ve ormanın yeşil senfonisinin çizdiği bir tabloya dönüşür. Oysa korumak yalnızca taşın, ağacın, ya da deniz kıyısının değil, hafızanın, fikirlerin ve kelimelerin de muhafaza edilmesidir. Bu çok katmanlı freskte her tabaka bir öykü fısıldar, her iz bir anlatı sunar. Adalar’ın edebiyatla kurduğu karmaşık ilişki de bu kültürel katmanlardan biridir. Hem Adalar’da yaşayan edebiyatçıların nefesi hem de Adalar’ın sayısız hikâyeye edebi birer kahraman gibi ilham verişi, bu ilişkinin derinliğini daima beslemiştir. Bu katmanlardan biri de bir zamanlar kalem erbaplarının sıklıkla başvurduğu, zarif üsluplarla örülmüş edebi polemiklerin incelikli düetleridir.

Eski İstanbul’da edebiyat ve düşünce dünyası, polemiği bambaşka bir boyuta taşırdı. Burası, kelimelerin ustaca dans ettiği, fikirlerin kıvılcımlar saçtığı bir arenaydı. Bu entelektüel karşılaşmalar sadece sert tartışmalar değil, aynı zamanda saygı ve kültürel bir seviye barındıran zihinsel düellolardı.

Peki, polemik kültürünü korumak da bir tür kültürel miras değil midir? Tıpkı Adalar’ın eşsiz siluetini savunmak gibi, fikirlerin özgürce çarpışabileceği bir zemin yaratmak da entelektüel belleğimizin sürdürülebilirliği açısından hayati değil mi? Adalar, yalnızca doğanın ve mimarinin huzurlu kucaklaşması değil, aynı zamanda edebi tartışmaların da nazikçe yankılandığı özel mekânlar olmuştur. Kimi zaman yalnızlıktan, kimi zaman ideolojik farklardan ya da estetik anlayışlardan doğan nice polemiğe tanıklık etmiştir Adalar’ın rüzgârı.

Polemik Kültürünün Adalı Temsilcileri

Bu geleneğin en güçlü temsilcilerinden biri şüphesiz Halikarnas Balıkçısı’ydı. O, Anadolu kimliğini Akdenizli, çok kültürlü ve hümanist bir damar üzerinden kurmaya çalıştı, bu yaklaşımıyla resmî tarih anlatılarına ve Türkçü tarihçilere meydan okudu. Zeki Velidi Togan ve Nihal Atsız gibi isimlerle yürüttüğü dolaylı polemiklerde, Anadolu’nun Orta Asya’dan değil Ege’nin rüzgârlarından beslendiğini savundu. Kalemi, ideolojik duvarlara çarpan bir deniz dalgası gibiydi; durmaksızın çoğulculuğun ve kültürel derinliğin çağrısını yapıyordu. “Mavi Anadoluculuk” adıyla geliştirdiği, kimliğin etnik değil coğrafi temelde inşa edilmesi gerektiği tezi, bugün daha da kabul gören bir görüş değil mi? Genetik bilimindeki gelişmeler de saf ırk diye bir şeyin olmadığını göstermiyor mu? Bu paradigmaya göre şekillenseydi kimlik anlayışı, Rum Yetimhanesi tüm ihtişamıyla yaşamaya devam ederdi belki de.

Sait Faik Abasıyanık ise edebiyatı ideolojik mücadeleye indirgemeyi reddeden duruşuyla toplumcu gerçekçi yazarlarla karşı karşıya geldi. Ona göre edebiyat, simitçinin, balıkçının, kedinin hikâyesini anlatmalıydı; gündelik olanın şiirini. Didaktiklikten uzak, insan sevgisiyle yoğrulmuş bir duyarlılığı benimsedi. “Kaçışçı” ya da “bireyci” diye eleştirildi belki, ama o insanın yalnızlığına ve doğayla kurduğu kırılgan ilişkiye şiirsel bir sadakatle yaklaştı.

Selim İleri, geçmişin zarafetine yönelen melankolik anlatımıyla özellikle 1980 sonrası edebiyat eleştirmenleriyle polemiklere girdi. Berna Moran, onun anlatılarını “romantik kaçış” olarak yorumlarken, Fethi Naci, toplumsal meseleleri yeterince işlememekle eleştirdi. Oysa İleri, “hatırlamak da bir direniştir” diyerek bireyin iç sancılarını edebiyatın merkezine koydu. Adalar, onun için yitip gitmiş zamanların değil, hâlâ yankılanan bir zarafetin mekânıydı.

Aziz Nesin, toplumcu mizahı keskin kalemiyle bir silah gibi kullandı. Peyami Safa, Necip Fazıl Kısakürek isimlerle ideolojik ve estetik düzlemde tartıştı. Mizahın halkı uyandıran bir aygıt olduğuna inanan Nesin, inanç ve eleştiri arasındaki gerilimli alanda yürüdü. Alaycı dili kimi zaman yıkıcı bulunsa da dogmalarla örülmüş kalıplara karşı özgür düşüncenin sesini yükseltmeyi görev bildi.

Nazım Hikmet ile Peyami Safa arasındaki tartışma ise edebiyat tarihimizin en simgesel polemiklerinden biridir. Nazım, Safa’yı burjuva duyarlılığına teslim olmakla suçladı; Safa ise Nazım’ın şiirini “sanatsız propaganda” olarak niteledi. Bu çatışma, sadece edebi değil, aynı zamanda dönemin ideolojik fay hatlarını da gözler önüne serdi.

Ataol Behramoğlu, İkinci Yeni şairlerine yönelttiği eleştirilerle modern şiirin polemik sahnesine güçlü bir müdahale gerçekleştirdi. Cemal Süreya ve Sezai Karakoç gibi isimlerle giriştiği tartışmalarda soyut ve bireyci şiiri “toplumdan kopuk” olmakla eleştirdi. Ona göre şiir, halktan ve gerçeklikten beslenmeli; kolektif belleğin alanı olmalıydı.

Polemik mi, Linç mi?

Ne yazık ki günümüzde “polemik” sözcüğü çoğu zihin için kılıçların şakırtısına karışan bir savaş çağrısına dönüştü. Polemiği çatışmayla eş gören bu yanlış algı, zihinlerde yer etti. Oysa polemik kültürünü yaşatmak da bir tür mirasın sürdürülmesidir.

Ah İstanbul Adaları… Martıların şiir okuduğu, begonvillerin tarihsel bilinçle sardığı o zarif coğrafya. Ne mutlu ki, bu eşsiz doğa ve kültür mozaiğini dijital mecralarda yaşatmaya gönül vermiş sanal gruplarımız var. Mimariyi satır satır, anıları kare kare, taşların suskunluğunu sözcüklere dökerek Adalar’ın ruhunu yaşatmaya çalışıyorlar.

Ancak ne tuhaf, aynı taşı sevenler bazen o taşı birbirine fırlatıyor. Kültürel diyalogla başlayan sohbetler, sosyal medya platformlarında kısa sürede edebi dövüş kulüplerine dönüşüyor. Eleştirinin zarif iğnesi yerini dijital satırlara bırakıyor; farklı fikirler hoşgörü kapısından geçmeden doğrudan engelleniyor. Adalar’ın tarihine ışık tutanlar, birbirlerinin paylaşımlarında karanlık noktalar arıyor. Çünkü mesele artık doğayı, tarihi ya da kültürü korumak değil, kim daha çok koruyor, kim daha “hakiki Adalı”, esas kavga burada başlıyor. Fikirlerin çarpışması gereken yerde kelimeler çelikleşiyor. Ne de olsa bir kavganın kazananı olur, bir polemiğin değil…

Vaktiyle eski gazeteciler gündüz sütun sütun birbirine çatarken akşam aynı meyhanede lakerdayı paylaşırlardı. Geriye en fazla rakının boğazda bıraktığı burukluk kalırdı. Bugünse aynı görüşte olanlar bile birbirini yeterince “doğru” bulmadığı için çatışıyor.

Polemik eskiden neden daha zarafet içinde yapılırdı, hiç düşündük mü? Belki de yanıtı, edebiyatın zamanı esneten o mucizesinde saklı. Yazı bir dergide kaleme alınır, karşılık, günler sonra başka bir köşede verilir, araya geçen süre duyguları demlerdi. Öfke, kâğıda varmadan diner, sözcükler ise sabırla biçimlenirdi. Polemik, düşüncenin terbiye gördüğü bir zanaattı. Bugün ise dijital çağın aceleciliği içinde her tepki bir refleks, her yorum bir karşı saldırı halini alıyor. Sosyal medya, düşünceyi değil tepkiyi öne çıkarıyor. Polemik, zamana yayılmış bir tartım değil, anlık bir patlama olarak yaşanıyor.

Dijital bir adada yaşıyoruz artık; her şeyin görünür ama çok az şeyin derin olduğu bir adada.


Yayınlanma Tarihi: 10 Haziran 2025  /  Son Güncellenme: 10 Haziran 2025


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.