Paylaş
Tüm Sayılar      2022      Sayı 204 – Haziran 2022      Sir Bulwer’ı Google’lamak

Sir Bulwer’ı Google’lamak


Yassı Ada’nın Esrarengiz Şatosu


Türkiye yas üzerine mutlu bir gelecek inşa edilemediğine dair sayısız örnek yaşadı ve son yüzyıl boyunca sosyal travma geçirmeyen bir nesil bile yetişmedi. Bu düşünceyle 62. yılında 27 Mayıs darbesini yeni nesillere özetleyen bir Youtube dosyası hazırlarken arşivimdeki Yassıada belgelerini yokladım. Bu arada adı bile kalmayan adanın yeni hâlinin çekimlerini yapmak, Yassıada’dan yaslı bir ada yarattıktan sonra şen bir ada yaratmaya kalkınca neler olduğunu görmek de mümkün oldu. Adayı tıka basa dolduran dönüşüm mimarisi içinde güdük kalsa da 19. yüzyılda Britanya İmparatorluğu’nun İstanbul’daki elçilerinden ve adanın eski sahiplerinden Sir Henry Bulwer’ın yaptırdığı şatonun da yenilendiğini gördüm. Bu şatodan sıkça bahsedilse de belleğimde kalan sadece birkaç cümle olduğundan biraz bilgilenmek üzere Google’a başvurunca, sayısız kaynakta aynı bilgilerin yinelendiğini fark ettim. Bunun üzerine şato yerine sahibini Google’ladım. Bu yazı da buluntuların bir dökümü oldu.  

9.yüzyılda adanın çevresinde bir tur atsak, siluetini belirleyen yapının Bizans İmparatoru Teofilos’un manastırı olduğunu görecektik. Aynı turu bin yıl sonra yaptığımızda ise muhtemelen onun kalıntıları üzerine inşa edilen şatonun ezici kütlesiyle karşılaşacaktık. Taramanın amaçlarından biri de İngiliz elçinin ne demeye böyle bir girişimde bulunduğunu çözmekti. Emeklilikten sonra gözlerden uzak ve sakin bir hayat sürmek isteyen bir asilzade, o zamanın İstanbul’unda sayısız seçenek varken, neden ulaşımı bugün bile dertli olan ıssız bir adayı tercih etmişti? Nitekim adayı ondan satın alan meşhur Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu Hidiv İsmail Paşa da şehre uzak yaşamanın zorluk ve maliyetine katlanmayıp yatırıma girişmemiş, böyle bir varlığı unutmayı tercih etmişti.

Marmara’nın bu talihsiz adası terk edilmişlik manzarası sunduğu yıllar boyunca ısırgan ve böğürtlen kaplı kaldı. Yarasalar ve gece kuşları harabelerin sahibiydi. 1894 depreminin molozları kâbus gibi bir görüntü sergiliyordu. Yine de neşeli bir piknik için alternatif bir nokta olarak Yassıada’yı seçenler şatoyu gördüğünde kendilerini Uyuyan Güzel’in film setinde sanabilirdi. İşin garibi burada böyle bir şeyin inşa edilme sebebi asil bir İngiliz’in tuhaf kaprisi olarak açıklanıyordu. 

Sorunun yanıtının Sultan Abdülaziz ve pamuk ipliğine bağlı çıkması şaşırtıcı oldu. 28 Şubat 1863 günü açılan Sergi-i Umumi-i Osmani, ekonomide inisiyatif tamamen Batı Avrupa ülkelerine geçtiğinde, yerli üretimin ihracat pazarları arayış yöntemlerindendi. Fuar niteliğindeki erken dönem EXPO’ları sık sık düzenleniyor, Osmanlı İmparatorluğu da 1851’den beri Londra, New York, Paris gibi merkezlerde kurduğu görkemli pavyonlarla kendini gösteriyordu. 1863, İstanbul’u da o merkezler arasına sokmak için seçilen yıldı. Tıpkı oradakiler gibi gösterişli bir geçici fuar merkezi inşa edildi, dış rekabet gücü kazandıracak ürünlerden numuneler toplandı ve Avrupa’da yeni icat edilen makinelerin üreticileri de davet edildi. Sultanahmet Meydanı’nda kurulan binaların en büyüğü, üç bin beş yüz metrekareydi; Fransız mimar Marie Augustin Antoine Bourgeois tarafından tasarlanmış, iç düzenlemesini de Leon Parvillé yapmıştı. Fuarın başarısı ertesi yıl yinelenme iradesini de doğurdu. O dönemdeki sergilerin önemini kavramak için üç yıl sonra ilk kez bir padişah efendimizin barışçıl bir yurtdışı seyahat etmesine neden olduğunu da hatırlatalım. Aynı Abdülaziz 1867’de Londra ve Paris sergilerine giderek tüm dünyayı şaşırtmış, açılan ufkuyla saltanatının son yıllarında birçok reform gerçekleştirmişti.

Heyhat! 1894’e girerken yaşanan dokuz şiddetindeki Gemlik depremi üzerine sergi projesi iptal edildi. Tabii ki, asıl konumuz olan Yassıada ve muhtemelen Teofilos’un manastırı da sarsıntıdan nasibini almış olmalı. 1863’teki serginin açılışında padişaha eşlik edenler arasında Yassıada’nın son sahibi Hidiv İsmail Paşa da vardı. Sergide en geniş yeri imparatorluğun her tarafından gelen tarım ürünleri almış, sadece buğdayın 212 türü teşhir edilmişti. Pazarcık çavdarından Filibe arpasına, Samsun mısırından Biga pirincine, Yanya tütününden Şam pamuğuna kadar ne varsa, özellikleri ve fiyatlarıyla oradaydı. Amerika’daki iç savaş yüzünden Avrupa pazarlarında artan pamuk talebi Osmanlı’nın dış ticaretindeki önemini artırdığından, rekolte iki yılda beş kat yükselmiş, sergi için de 92 farklı menşeili pamuk numunesi toplanmıştı. Bu numunelerden birinin üzerinde de Sir Henry Bulwer’in Yassıada’daki çiftliğinden getirildiği yazıyordu. Bu küçük not aynı zamanda sefir efendinin emeklilik hayatını adada planlamasının nedenini de ifşa ediyordu: Demek ki sadece diktiği şatoda keyif yapmayacak, özene bezene kurduğu ve günümüze hiçbir izi, hatta bir karış toprağı bile kalmayan adadaki çiftliğinde tarımla uğraşıp ihracat yapacaktı. Üstelik ürününü gemiye yüklediği gibi doğrudan Akdeniz’e salabileceği, ideal bir konum bulmuştu. Peki Bulwer 1863’te numuneleri sergilenirken ne yapıyordu? Halen 1858’de başladığı görevinin başındaydı. 

Lady Fanny (Zohrab) Blunt çok sonra yayımladığı anılarında, Bursa’da yaşarken Bulwer’ın görevdeki son dönemine dair şu bilgileri aktarıyor: “Kardeşim ortadan kayboldu ve bir hafta boyunca haber alamadık. Sonra bir mektup yazdı ve bazı kıyafetlerinin gönderilmesini istedi. Bursa’dan bıkmış, el çantası ve çiftlikten aldığı iki patatesle ata binip İstanbul’a gitmişti. Oradaki elçimiz ve annemin çok eski bir dostu olan Sir Henry Bulwer’a kendini tanıtıp o iki patatesi hediye etmiş. Ekselansları kimin oğlu olduğunu duyunca bu davranışıyla çok eğlenerek baştan aşağı süzmüş ve kişilik özellikleri karşısında hayrete düşerek misafir edip ve kançılaryada iş vermiş. Bu sayede sevgili kardeşimin seçkin bir kariyeri oldu ve önce dragoman sonra da Şark genel sekreteri olarak devlete değerli hizmetlerde bulundu. Sir Henry Bulwer ve Lady Bulwer bana karşı hep son derece nazikti. Sir Henry Bulwer ve Lord Lumley, Arnavutluk gibi umutsuz bir ülke hakkındaki açıklamalarıma büyük ilgi gösterdi. Kocamın Üsküp konsolosluğundan nakli için de ellerinden geleni yapacaklarına söz verdiler. İngiltere’nin vaat edilen reformlar için Babıali’ye baskıyı artırdığı bir dönemdi.”

Lady Blunt’ın anılarında Sir Bulwer’ın kişiliğini aydınlatan birkaç not daha var. 1862’de Ortadoğu seyahatine çıkan Galler Prensi (geleceğin İngiltere kralı VII. Edward) İstanbul’a da geleceği için Beyoğlu onarılmış, sokaklar temizlenmiş, şehir süslenmişti. “Majesteleri geldiğinde, sokaklar Şark dünyasını oluşturan çeşitli ırklardan ve farklı kostümleriyle insanlarla doluydu. Elçilik mahkemesi, sevilen bu popüler prensi karşılamaya can atan İngiliz tebaayla doluydu. Leydi Bulwer, prensin ziyareti sırasında elçilikte kalmamı rica etti. Majestelerinin elçilikte bir araya getirdiği hoş insanlarla tanışmaktan çok keyif aldım. Sir Henry ve Lady Bulwer’ın, Türk asilzadelerinin, yabancı elçilerin ve diğer seçkinlerin bu toplantısında hoş bir samimiyet sürerken bana gösterdikleri sempati hoşuma gitti. Genç, yakışıklı ve hayat dolu prens de düşünceli nezaketiyle bir açılış konuşması yaptı ve önemsiz bile olsa bir nebze dikkatini çektim. Ekselanslarının ziyareti onuruna Türk yetkililere verilecek büyük bir akşam yemeğinin hazırlıkları hakkında konuşurken prens yanına kimin oturacağını sordu. Sir Henry görgü kurallarına uygun olarak sadrazam ve dışişleri bakanını önerdi. Prens gülerek, ‘O iki şişko ihtiyar Türk’le ne konuşabilirim ki? Bayan Blunt’u yanıma koy ki, hoşça sohbet edebileyim’ dedi. Zavallı Sir Henry şaşkınlıkla bir an düşündü ve paşaların en zayıf olanını yanına yerleştirilebileceğini söyleyerek durumu kurtardı.” Lady Blunt sadece Edward’ın değil, sonrasında Sultan Abdülhamit’in de sempatisini kazanmış olmalı ki, 1886’da Türk kadınlarına yaptığı katkılardan dolayı Şefkat Nişanı’yla onurlandırıldı.

Bu seyahati kaleme alan Paul Merruau da prensle birlikte Mısır’dan İstanbul’a gitmeye hazırlanırken ekibe eşlik eden Bulwer’ın koyduğu kurallara uygun hareket ettiklerini belirtmiş. Elçi ısrarla birkaç yıl önce açılan Süveyş Kanalı’nı görmek istediğine göre konu sırf meraktan ibaret olmamalıydı. Merruau bu ısrarı “Sir Henry’nin siyasi bir çıkarı olmaksızın prense bu zahmeti vereceğine inanmak saflık olurdu,” diye yorumluyor ve büyükelçinin emrinde olmanın dostlar için de düşmanlar için de büyük bir zevk haline geldiğini söylüyor. Yine ondan öğrendiğimize göre o ara Sir Bulwer’ın sağlığı bozulmuş ve Kahire’de kalış süresini uzatmışlar. Sabah tren istasyonunda toplandıklarında Bulwer ortalıkta yokmuş. Bir saat onu bekleyen tren, ancak maiyetindekilerle birlikte istasyona geldikten sonra yola koyulabilmiş. Süveyş’e giderken yol boyunca şirketin kazdığı tatlı su kanal hattını inceleyen Bulwer, malzemelerin ekonomik taşınması, arazinin sulanması ve gübreleme konularıyla özellikle ilgilenmiş. Takip ettiği güzergahtaki çalışmalara ne kadar hâkim olduğu dikkat çekmiş ve işlerin çok hızlı ilerlediği görülmüş. Bu ayrıntı da Bulwer’ın tarıma merakını işaret ediyor. İngilizler Mısır’da ne üretmeye çalışıyordu derseniz, yanıtı kolay: Dünyanın en uzun ve sağlam ipliklerinin üretildiği pamuk türünü tabii. 

Yine de pamuk meselesi adadaki şatonun absürt varlığını açıklamakta yetersiz kalıyor. Bulwer’ın peşinden gittikçe veriler tıpkı kırıntı bulmuş karıncalar gibi toplaşıyor. Serveti dillere destan olan Yorgo L. Zarifi’den çocukluğunun en güzel oyun alanlarından biri olduğunu, Lady Bulwer’a ithaf edilmiş bir albümden de çiftin yazları Büyükdere’deki köşklerinde geçirdiğini öğreniyoruz. Yorgo L. Zarifi henüz tüm mobilyalar satılmamışken şatoya girdiğinde en çok ilgisini çeken, göstermelik kütüphaneler olmuş. Son sahibi duvarları sahte kitaplarla dolu raflarla doldurmuş. Kitaplıklar sadece uyduruk kitap isimleri yazan cilt sırtlarıyla doluymuş. Pars Tuğlacı, 1892’de, bir gönül yarasından dolayı adaya yerleşen Vasili adlı bir gençten bahsederken tuzaklarına göz kulak olduğu balıkçıların verdiği yiyeceklerle hayatta kalabildiğini aktarıyor. Hatta 1908’de aç köpeklerin saldırısına uğrayıp günlerce şatonun yıkıntılarında saklanmış. Demek ki, tıpkı Sivriada gibi oraya da açlıktan ölmesi için sokak hayvanları bırakılıyormuş. Namlı balıkçılardan Barba Toma da 1940’daki bir röportajında, Vasili’ye iki haftada bir ekmek götürdüğünü söylüyor. Sonra bir gün Vasili ortadan kaybolmuş. Eşekleri ahırda bağlı, yatağı yapılıymış. Kaçakçılar mı öldürdü, köpekler mi yedi? Bu adaya dair birçok şey gibi o da bilinmiyor. Barba Toma şatonun kullanım amaçları hakkında bilgi vermiyorsa da Mısır Hıdivi’nin haremindeki kadınlarla burada üç yaz geçirdiğini söylüyor. Şato nüfusu onun zamanında otuz kişi kadarmış ve tarlalarda yedi bahçıvan çalışıyormuş. 

Zurnaya zırt dedirten kişilik ise Madam Méritens. Tam adı Hortense Térèse Sigismonde Sophie Alexandrine Allart olan bu hanımefendinin müthiş bir yazarlık ve metreslik kariyeri var. Napolyon aşığı yetim bir genç kız olarak mürebbiyelik yaptığı evde Portekizli bir kontla tanışıp metresi oluyor. Ardından Hippolyte Passy, Pierre-Jean de Béranger, George Sand, Chateaubriand derken zengin bir CV’ye sahip oluyor ve hem sevişiyor hem yazıyor. İngiltere’de tanıştığı Henry Bulwer’ı da beş yıllığına bu listeye eklemiş. Bulwer’ın ölümünden bir yıl sonra yayımladığı kitapta eski sevgilisinin gördüğü en nazik, sevimli, hafif ve şehvetli adam olduğunu söylüyor ve şöyle tarif ediyor: “Hiçbir zaman yapmacıklığı olmadı, ama çok özenli ve sevgi dolu bir adamın sürekli ilgisi altındaydım. Bir bakıma, yüz kere kutsadığım kadınsı bir hassasiyetti. Flört ve aşk sanatını iyi bilen, olağanüstü ve mükemmel bir adam. Onun sayesinde, modernlerin mücadelesi ve bugüne taşınan duyguların yüceliğini anladım.” Bu durumda şatonun sahibinin sadece incelikli bir diplomat olmadığını, başka büyüleyici özellikleri de olduğunu varsayabiliriz. Hikâyenin geri kalanının baş rolünde, genç kızlara gizli aşk randevuları veren bohem bir asilzade var demektir. Henry Bulwer ve Hortense Allart ayrıldıktan sonra da yazışmaya devam etmiş. Bulwer’in yayımlanmamış günlüğü ve Allart’ın mektupları British Museum’un arşivinde saklı. Bir araştırmacıya göre buradaki mektuplar, çok uzun süreli bir yazışmanın birkaç kalıntısı. Dosyada ayrıca Bulwer’ın ilk İstanbul görevi sırasında (Haziran 1838-Mayıs 1839), Paris’te bakan yardımcılığında (1839-1843), Madrid, Washington ve Toskana’nın ardından tekrar geldiği İstanbul’daki elçilik yıllarına dair mektuplar da bulunduğu görülüyor. Belki bir gün onlar da bu sayfalara yansır.

1940’larda İngiltere’nin Ankara büyükelçisi olan Sir David Kelly, diplomasinin perde arkasını anlattığı kitabında, Yassıada’da inşa edilen şatonun “Samos Prensesi” olarak tanınan bir Türk kadın için yapıldığını iddia ederek kösnücül teoriye katkıda bulunuyor. Ona göre Lady Bulwer, elçilik ve rezidansa hâkim, hakiki bir sefireydi ama o resmi davet hazırlıklarıyla uğraşırken saygıdeğer eşi adadaki şatosunda Samos Prensesi’yle buluşuyordu. Bilgi Türkiye’deki derin İngiliz diplomasi kaynaklarından geliyor. Kesin bilgi, paylaşın: “Henry Bulwer adayı evliliğinden mutsuz olduğu için satın aldı.” 

Kişisel Verileri Koruma Kanunu’na aykırı olur mu bilmem ama 1855’te eşini bırakıp Tuna boylarına gitmesi, çiftin ayrılış tarihi olarak kayda geçmiş. Oysa üç yıllık ayrılıktan sonra İstanbul’da yeniden buluşmuşlar. Asıl önemli soru ise şu: Kimdi bu Samos Prensesi? 

Samos adası Osmanlı yönetimindeyken Sisam Beyliği’ydi ve merkezden atanan Rumlar tarafından yönetilirdi. Bu yöneticilere de gâvur âlemi “Prens” derdi ama Google ne tarihte ne de mitolojide adı geçen adalı bir prenses tanıyor. Prenses imâsı muhtemelen bun beylerden birinin eşi, kızı ya da kardeşi olmasına dayanıyordur diye düşünmeden edemedim. Meçhul şahsın kimliğini tahmin etmek için 1858 sonrası Sisam beylerini taradım. Bir olasılık İsfakyalı Kopasis Efendi çıktı. Eşi Eleni de Kiari Avusturya elçisinin kızı, entelektüel bir kadın çıktı. Madam Allart’ı andıran bir kimliği vardı: Altı dil bilen, piyano çalan, 1907’de Esperanto’yu öğrenen ilk nesilden ve Esperanto Kadını Grubu kurucusuydu. Kardeşi de Avusturya Senatosu üyesiydi. Boşuna günahını almayalım, bizim prensesin kim olduğunu Ernest Mamboury, 1943 tarihli İstanbul rehberinde belirtmiş zaten. Mamboury Galatasaray Lisesi hocalarından ve özellikle İstanbul dedikoduları konusunda güvenilir bir kaynaktır. Bir bahçıvan ordusunun çalıştığı adadaki şato ve limon bahçesinin çılgın eğlencelere sahne olduğunu ve yerel dedikodulara göre elçinin metresi olan Samos Prensesi’nin Eurydice Aristarchi olduğunu ifşa ediyor. Sir Henry Drummond Wolff da bu prensesin müthiş çekici ve başarılı bir kadın olduğunu, farklı elçiler tarafından çok beğenildiğini, hareme yakın, siyasi meselelere soğukkanlı yaklaşan biricik kadın olduğunu söylüyor. 1877’de Rus ajanı olarak suçlanıp sınır dışı edilmiş. Oysa prensesin eşi ve ailesi de bir reayanın sahip olabileceği bütün şan ve onura erişmiş. Saraya ve paşa konaklarına giriş izinleri varmış. Nazırlar bile Rus ajanı olduklarını bile bile en gizli meseleleri önlerinde tartışırmış. Bu arada prensesliğinin nereden geldiği ortaya çıkmadı. Bulwer’le aldattığı kocası Nikolas Aristarki de hep yüksek makamlarda bulunmuş ama Samos’a yolu düşmemiş. 

Asalet unvanını, “Dalling ve Bulwer Baronu” olarak ölmeden bir yıl önce abisinden devralan Henry, General William Bulwer ve Elizabeth Barbara’nın ikinci oğlu olarak doğmuştu. Abisi de “My dear Edward” diye kitap ithaf edecek kadar kraliyet ailesine yakın bir yazar olan Bulwer-Lytton. Harrow School, Trinity College ve Downing College’da okuduktan sonra 1824’te âdet olduğu üzere orduya katıldı. Üç yıl sonra da diplomasi hayatı başladı. Bir yandan 1830’da girdiği Avam Kamarası’nda parlamento üyeliği yaparken bir yandan da çeşitli diplomatik görevler yürüttü. 1848’de Wellington Dükü’nün yeğeni Georgiana ile evlendi. İstanbul’daki ilk görevinden bir yıl sonra St. Petersburg’a gitmeyi planlamıştı ama ateşli bir hastalığa yakalanınca Londra’ya döndü. O sırada Bedchamber Krizi yaşanıyordu ve Rusya görevi yerine Paris’e gönderildi. Üstlendiği görevlere bakınca Cebelitarık Boğazı gibi Avrupa’da her sorun yaşandığında kritik yerlere atandığı görülüyor. Üç yılını da Amerika’da geçirdi. 71 yaşında Napoli’de aniden öldüğünde Georgiana’ya bıraktığı miras beş bin pound bile değildi. 

Yassıada’yla ilgili efsanelerle gerçekler arasındaki ilişkiyi bizzat incelemek isteyen Atatürk de 1932’de şatonun kalıntılarını gezmiş. Pek bir yatırım ufku görmemiş olsa gerek ki, yeni rejimde adada değişen bir şey olmadı. Tek değişiklik, popüler tarih yazarlarının Atatürk’ün şato çevresinde çekilen fotoğraflarını sonradan Mersin ziyareti olarak kayda geçirmesi oldu. Şatonun o dönemde harap halde olduğunu 1934 tarihli Yedigün dergisi de teyit ediyor. 

Sosyal medya yazarlarımız kaynak belirtmeme ve bilgiye kötü edebiyat eklemleme üstadı olduğundan Henry Bulwer hakkında yazılanların çoğu kuşkuyla karşılanmaya müstahak. Biri “Bastonuna dayanarak Yassıada’da kısa bir tur attı, sonra denize hâkim yüksek bir kayanın kenarına ilişip el değmemiş manzaraya bakarken kararını verdi: Ömrünün kalan kısmını bu adada geçirmeliydi…” diyor mesela. Bir diğeri “1858 yılının bir yaz günü ilk kez ayak bastığı Yassıada’ya ve vahşi doğasına hayran kaldı.” diyor. Onlara bakarsanız Sultan Abdülmecit’i ikna etmesi zor olmamış ve adayı 1859’da almış.

Bir diğeri adayı satanın padişah değil Kosti adlı biri, alışveriş tarihinin de 1857 olduğunu söylüyor. En şahanesi de tüm inşaat malzemelerini mavnalarla taşıttığını yazan arkadaş. Başka neyle taşıtabilirdi ki? Knebsworth’deki aile şatosunun kopyası olduğunu söyleyenin ise muhtemelen internet bağlantısı yok. Sıkı durun; Osmanlı yönetiminin adanın bir yabancıya satılmasına karşı çıktığını, bu yüzden Mısır Hidivi’ne satıdığını iddia eden bile var. O dönemde İngiliz’e yasak olan Mısırlı’ya serbest olabilir mi? Kayda değer bilgi veren blog yazarları da var. Semavi Eyice’ye dayanarak mimarının Konstantinos Dimadis olduğu, projenin uygulamasını kısa bir süre adanın kâhyalığını üstlenen Carl Humann’ın yaptığı, adanın Plateia olarak anıldığı Bizans dönemine ait yapı malzemeleri de kullanıldığını da onlardan öğreniyoruz.

Şimdiki adı Demokrasi ve Özgürlükler Adası. Ayak bastığınızda ne demokrasi seviyesinde bir fark oluyor ne de özgürlüklere kavuşuluyor. Anlaşılan birtakım özgürlükler ancak şato canlıyken yaşanmış. Sonrası malum, hep acılı. En büyüğü 1960’da olsa da acılar ondan ibaret de değil. 1893’te kolera salgını baş gösterince hastalar buraya taşınmış. Ertesi yıl deprem binaları yıkmış. 1947’de kamulaştırılıp ardından Deniz Kuvvetleri’ne tahsis edilmiş. Ardından o meşum kamu mimarisiyle donatılmış. Yassıada Duruşmaları sonrasında donanmaya da yâr olmamış. 2011’de Kültür Turizm Bakanlığı’na devredilen ada, Kasım 2012’de SİT’ten çıkarıldı ve AKP döneminin eklektik mimari şovlarından birine sahne oldu. 2015’te Adalar Savunması’nın konuyla ilgili açıklamasını ise takan olmadı. Bir yerde daha kayda geçmiş olsun diye alıntılayayım: “Adalarımızı Demokrasi ve Özgürlük Adası yapıyoruz.” görüntüsü altında, beş yıldızlı oteller, marinalar, lokantalar, pastaneler, kafeteryalar, gece kulüpleri, kuaförler, helikopter pistleri, eğlence salonları ve otoparklarla doldurmayı hedefleyenler, tarihimizi ve kültürümüzü yok edenler, arkeolojik değerlerimizi talan edenler tarih ve insanlık önünde suç işliyor. Her iki ada da kuş göçlerinin en önemli duraklama alanlarından ve kuş yavrulama bölgeleri bulunuyor; ayrıca bölgenin tek balık yumurtlama ve mercan alanı.”

Henry Lytton Bulwer’ın (1801-1872) diplomasi ve siyaset kariyeri:

1827 Berlin ataşesi 

1829 Viyana ataşesi

1830 Lahey ataşesi ve Wilton parlamenteri.

1831 Coventry parlamenteri.

1832 Paris ataşesi

1834 İspanya Lejyonunda İngiliz temsilcisi

1835 Brüksel maslahatgüzarı ve Marylebone parlamenteri.

1837 İstanbul Elçiliği katibi.

1839 Paris Elçiliği katibi.

1843 Tam yetkili devlet bakanı ve olağanüstü yetkili Madrid elçisi.

1849 Tam yetkili devlet bakanı ve olağanüstü yetkili Washington elçisi.

1852 Tam yetkili devlet bakanı ve olağanüstü yetkili Floransa elçisi.

1856 Tuna Nehri Sorunu Komisyonu üyesi.

1858 Olağanüstü yetkili İstanbul elçisi.

1862 İngiltere Birleşik Büyük Mason Locası’nın Türkiye büyük üstadı.

1865 Emekli muvazzaf diplomat.

1868 Parlamenter.

1871 Dalling ve Bulwer Baronu.

 

Kaynaklar:

Catherine Pinguet, Les Iles des Princes, Empreinte.

Hortense Allart de Méritens, Les Enchantements de Madame Prudence de Saman l’Esbatx, 1872.

Lady Blunt, My Reminiscenses, Murray, Londra, 1918.

  1. J. Minard, Henry Bulwer-Lytton et Hortense Allart, Paris, 1961. 
  2. Paul Merruau, Une Excursion au Canal de Suez, 1862.

Pars Tuğlacı, Tarih Boyunca İstanbul Adaları, Say, 1995.

Yorgo L. Zarifi, Kaybolan Bir Dünya/İstanbul 1800-1920, Literatür, 2005.


Yayınlanma Tarihi: 02 Haziran 2022  /  Son Güncellenme: 05 Haziran 2022


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.