Paylaş
Tüm Sayılar      2025      Sayı 236 – Şubat 2025      Türkoğlu Sokağı Üzerine Hatırladıklarımız

Türkoğlu Sokağı Üzerine Hatırladıklarımız


Adadaki evimizin üç sokak üstü orman. Ormana sınır oluşturan sokak ise Türkoğlu Sokak diye bilinir. Eskiden Haskalfa Sokak imiş adı.

Aynı zamanda benim yürüyüş yolum. Uzun tur yapacaksam o sokağa kadar çıkar, ardından ya Aşıklar Yolu’nu izleyerek Lunapark Meydanı’na yürür ve eğer hızımı alamazsam ardından Aya Yorgi Tepesi’ni aşağıdaki Büyük Tur yoluna paralel çevreleyen patikaya girer ya da Maden tarafından dönerim. Kısa tur olacaksa da Türkoğlu üzerinden Kadıyoran’a, oradan da dönüşe.

Adaya 1996 yılında adım atmıştık ya, demek ki otuz yıldır böyle.

Adalar Müzesi’nin “Taşınmaz Kültür Mirası” ile ilgilenmeye başlayalı yirmi yıl oldu. Evlere, bahçelerine bakmadan geçemiyorum bu nedenle. Neredeyse meslek hastalığı. Türkoğlu Sokak üzerindeki evler de oldum olası ilgimi çeker. Ama sokağın hikayesini yazmak bugüne nasip oldu.

Evimizin bulunduğu Zühre ya da Müjde Sokak’tan Türkoğlu’na erişim genellikle dikine kesen merdivenli sayılabilecek yollardan. Ama ben en çok Ziya Paşa Sokak sonundaki Aşıklar Yolu çıkışından çıkmayı seviyorum. Oldukça dik yolun Türkoğlu Sokağı köşesine kadar uzanan bölümünde sağda dört ev sıralanır. Dört Evler diye bilinen bu evlerin arsasını 1940’lı yıllarda mimar Asım Mutlu ve Ahsen Yapanar, iki arkadaşlarını da katarak almışlar ve mimari tasarımlarını kendileri hazırlayarak inşa etmişler. Bu taş evler, bence Cumhuriyet dönemi sayfiye konutları içinde adanın en güzellerinden sayılır. Her biri kızıl çam ağaçları arasında kaybolmuş, Dil Burnu’nun ve Nizam Koyu’nun harika manzarasına bakan evler bunlar.

Yokuşu çıkıp Türkoğlu Sokağı’na döndüğümde, solda, uzun yıllar boş ve viran kalmış ama bugünlerde yeni sahipleri tarafından restorasyondan geçen bir ev, ahşapları kararmış görüntüsüyle hep dikkatimi çekerdi. Şevket Bey Köşkü diye not etmiştik hazırladığımız Taşınmaz Kültür Mirası haritasına ama kafamda da hep kuşku vardı.

Bugünlerde elimde yaklaşık on yıl önce yitirdiğimiz sevgili Orhan Erdenen’in İstanbul Adaları kitabının üçüncü baskısı var. Kitabı yeni baskıya hazırlamak için uğraşıyorum, başka bir dizi işin yanında. Sayfalar arasında nedense daha önce dikkatimi çekmemiş bir not buldum. Hüseyin Şevket Akkoç, 6 Mart 1966 tarihinde bu notu o sırada kitabını hazırlamakta olan Orhan Erdenen’e vermiş. Erdenen de kitabına olduğu gibi almış.

Bu notlardan, Türkoğlu Sokağı’nın bu bölümünün 1900’lerin hemen başında iskana açıldığını anlıyoruz. O tarihler Avrupa ile birlikte İstanbul’u da kasıp kavuran verem, kolera günleri. Hali vakti yerinde olan dönemin İstanbullular’ı, yakasını kaptıranın iflah olmadığı bu hastalıklardan kurtulmak için gözlerini Adalar’a dikmişler. Her adanın da havası daha iyi olan yüksek yerlerine. Bu kadar yükseğe hangi akıl ev yaparlar diye sormuşluğum vardı kendime, epeydir. Her türlü taşımanın eşeklerle yapıldığı günlerden söz ediyoruz. Hadi taşıdınız ve evi inşa ettiniz, her gün iskeleye nasıl gidip geleceksiniz?  Benim bildiğim faytonların da çok azı buralara gelmeye cesaret ederdi. Kadıyoran sonuna kadar çıkacak, oradan Adliye Sokak üzerinden dönecek ve Türkoğlu’na ulaşılacak. Yaklaşık 80 yılını bu sokaktaki iki evinde geçiren Ayten Sabis bana anlatmıştı da oradan biliyorum. Onun kendi faytoncusu vardı, güvendiği. Gider onu bulur, sırada olup olmadığına bakmaz, sıra dışı da olsa gideceği yeri bildikleri için de diğer faytoncular itiraz etmezler, onunla yola çıkardı.

Ayten Hanım, 1953 yılında Türkiye güzeli seçilmiş, iki yıl sonra eşi İTÜ profesörlerinden Turgan Sabis ile evlenmiş ve yolun orman tarafındaki evlerine gelin olup gelmiş.

Bu sokağa yolumun düştüğü ilk günlerde o evi de bilirdim. Yolun orman tarafındaki birkaç evden biriydi. Sonra 2000 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam, orman dava açmış ve ev yıkılmıştı. Yıkılan o birkaç ev arasında Oktay Yenalların evi de vardı. Hem Ayten Hanım ve hem de Oktay Bey ve eşi ile, evlerinin yıkıldığı o günlerde tanışacak ve üzüntülerine tanık olacaktım. Evleri yıkılmakla kalmamış, bir de ormana kaçak ev yaptırmış olmakla suçlanmışlardı da bu durum epey ağırlarına gitmişti. Eli yıl önce satın alınmış, kim bilir ne zaman yapılmış, tapusu ve iskanı olan evlerdi bunlar. Ayten Hanım, Adalı dergisine, isyanla karışık duygularına yazmıştı. Adalı’nın 2001 Şubat sayısına yazdığı “Ey devlet! Küstüm sana…” başlıklı yazısını buraya bırakıyor, bu yıl başında kaybettiğimiz Ayten Hanımı da bu vesileyle bir kez daha sevgiyle anıyorum.

Ayten Hanım, evleri yıkıldıktan sonra da sokaktan ayrılmamış, biraz ileride Adliye Sokak’a kıvrılan yerde aldığı bir başka eve taşınmıştı. Ömrünün sonuna kadar da severek oturdu ve bir gün bile şikayet etmedi, yolundan.

Ağaca asılan takım ciğerin bozulmadığı sokak

Sanırım bu sokakla ilgili o sözü de ilk kez Ayten Hanım’dan duymuştum. Derlermiş ki, o dönemin Türkoğlu Sokağının ilk sakinleri: “Orada bir takım ciğeri ağaca as, bozulmadan kaç gün kaldığını gör.” Havasının o kadar iyi olduğunu söylemek için kullanırlarmış bu deyimi.

İşte o sözleri, Orhan Erdenen’in kitabında, Hüseyin Şevket Akkoç’un notları arasında buldum. Şöyle diyor Akkoç, o ilk evleri yaptıranlara atıfla: “Yapılmadan önce, eski bir gelenek burada uygulanmıştır: Ağaca takım bir ciğer asılmış, aylarca bozulmadığı saptanmıştır.”

Erdenen, Türkoğlu Sokağı’nın sakinlerinden tütün tüccarı Samsunlu Yemeniciler’den Kemal Bey ve eşi Frosa Hanımın, buradaki havayla ilgili sözlerini de kitabına almış: “Dünyayı gezdik burası emsalsiz.”

 

Sokağı anlatacaktık ama daha ilk evde, Şevket Bey Köşkü’nde takıldık kaldık. Yazmaya oturunca böyle oluyor işte.

Sokağın Aşıklar Yolu tarafından başladığı ilk köşk olan bu köşk, Fatih müderrisi Malik Efendi tarafından o yıllarda kadı olan oğlu Hüseyin Şevket Bey’e yaptırılıyor. Yoldan aşağıya doğru uzanan ikişer dönümlük arazi üzerinde kırkar metre arayla yaptırılan iki köşk ve müştemilatları bunlar. Sokak üzerinde olan bu iki üç katlı ahşap köşk, Hüseyin Şevket Bey tarafından, aşağıda dört katlı olan ise kardeşi Kevkeb Bey tarafından  kullanılıyor. Bizim oturduğumuz Zühre ile Türkoğlu Sokak arasında iki çıkmaz sokak vardır, biri bilinir (Çamlıbel) ama öteki pek bilinmez. İşte aşağıdaki konağın sahibi Teselya çiftçisi Kevkeb Bey, adını köşküne yol olan bu çıkmaz sokağa vermiş.

Kevkeb Bey Köşkü ne yazık ki 1984 yılında yandı. Bugünlerde rekonstrüksiyonu için çalışmalar yapıldığını öğrendim ve mutlu oldum.

Yeri gelmişken Kadı Hüseyin Şevket Bey’in ünlü Kadıyoran yokuşuna adını veren kişi olduğunu da not edelim. İskeleden evine çıkmak için kullandığı yokuşun Kadı efendiyi epey yorduğu anlaşılıyor.

Bu evin bir hayli ünlü kiracıları da var. Hazır söz açılmışken onları da analım: Yukarıdaki, yani konumuz olan sokağın kıyısındaki Şevket Bey Evi’nin en ünlü kiracısı Halit Fahri Ozansoy. 1936-39 yıllarında bu evde kiracı olarak oturan gazeteci, şair, yazar Ozansoy, “Aşıklar Yolunun Yolcuları” romanını da bu evde yazıyor.

Evin başka ünlü kiracıları da var. 1926-30 yılları arasında Maliye Bakanı Fuat Ağralı, 1941-45 arasında İTÜ öğretim üyelerinde Ata Nutku, yine aynı üniversitenin öğretim üyelerinden Eskenazi (1939-46)… gibi.

Kevkeb Köşkü’nün kiracıları da çok tanıdık, bildik isimler. Kurtuluş Savaşı Batı Cephesi Komutanı Org. Şükrü Naili Paşa ve oğlu ünlü felsefeci Macit Gökberk, Albayrak Sokak’taki evlerini almadan bu evde kiracı olarak oturmuşlar mesela. Kevkeb Beyin eşi Ayşe Hanım’ın yakını Samet Ağaoğlu, oğlu Tektaş Ağaoğlu ve eşi, İ.Ü. rektörlerinden Fahir Yeniçağ, basketbol antrenörü olarak tanıdığımız Yalçın Granit, Koramiral ve ressam Ekmel Tekdoğan… Bütün bu isimler Orhan Erdenen’in kitabından…

Sokaktaki yürüyüşümüze devam edelim

Hüseyin Şevket Bey Köşkü’nden hemen sonraki, yola cephesi olan büyük bahçe içindeki ahşap köşkü Akşam gazetesinin ilk sahiplerinden Kazım Şinasi Dersan, 1922 yılında satın alıyor. Köşkün kayıtlardaki ilk sahibinin Mihalaki Bey olduğunu biliyoruz.  Kazım Şinasi Dersan ailesiyle bu köşkte 1930 başlarına kadar oturuyor, sonra da Çankaya Caddesi sonunda, şu anda kendi adını taşıyan iki katlı kargir köşkü mimar Edoardo de Nari’ye yaptırıp taşınıyor. (Kaynak: www.adalarmiras.com)

Bu köşkün bugünkü sahibinin Türkiye’nin başta gelen müzecilerinden, geçtiğimiz günlerde Sabancı Müzesi müdürlüğünden emekli olup ayrılan Nazan Ölçer olduğunu da hatırlatalım.

Evin o büyük bahçesi 1980’li yıllarda ifraz görüp, şimdi Şevket Bey Köşkü ile bu köşk arasına yeni bir site inşa edildiğini de not etmek gerekiyor.

Sonraki parsel, Çamlıbel Sokağı’na kadar inen çok geniş bir bahçe idi ve boştu. Bu büyük parseldeki tek ev Çamlıbel Sokağı girişindeki ahşap Crépin Köşkü idi. Fransız asıllı Levanten aile Crépinler tarafından yaptırılmış olan köşke dair ulaşabildiğimiz tek anı, Teoman Onat’a ait: “1939 yazı, basamaklı II. Azaryan yokuşunun sağına düşen, yüksekte olduğu için panoromik manzaralı çok büyük bağ ve bahçeli bir evde kaldık. O yıl 2 Eylül’de, merdivenli yokuşu inerken önemli bir haber almıştık. Almanya Polonya’yı işgal etmiş, ardından da II. Dünya Savaşı başlamıştı. İşte o büyük bahçeli ev yıllar sonra yıkıldı ve yerine 4 katlı mimari bakımdan zevksiz, beton binalar doldu. Teraslar ile duvarları akar, sızan damlalar eski haline ağlayan adalıların gözyaşları olsa gerek. (Teoman Onat, Anılarım)”

Crépinler’in ahşap köşkü 1894 depreminde zarar görmüş, yıkılıp bir bölümü kargir, kalanı ahşap olarak yeniden yapılmıştı. Sonra 1980’li yıllarda o ev de yıkıldı ve yerine Teoman Onat’ın sözünü ettiği Bayraktar Sitesi yapıldı.

Türkoğlu Sokak üzerinde bu parselin orman tarafında iki ev daha vardı. İşte Ayten Sabis ve Oktay Yenallar’ın 2000 başlarında yıkılan evleri bunlardı.

Türkoğlu Sokağı’nda devam ettiğimizde Doğanbey Sokak ile Türkoğlu’nun kesiştiği noktada iki katlı ahşap ev ile ilgili bilgiye ne yazık ki erişemedim. Sonraki evler ise kargir ve epey sonradan yapılmış olmalı.

Bu güzel sokağın Kadıyoran Caddesi ile buluştuğu noktada ise ünlü Sofronios Köşkü bulunuyor. Kapı girişi Türkoğlu Sokağı üzerinde olduğu için bu köşkü, sokağın bilinen en eski köşkü diye de anabiliriz. Hem İstanbul ve hem de İskenderiye patrikliklerini yapmış Sofronios’un yazlık köşkünün öyküsünü ise yine Adalı’da uzun uzadıya yazmıştık. Buraya bırakıyorum.

İşte böyle sevgili dostlar.

Adamız her şeyiyle güzel anılmayı hak ediyor.

Binaları, insanları, her türlü canlısıyla…

 

 

Ey devlet! Küstüm sana…

Ayten Sâbis’in günlüğünden / Şubat 2001

Büyükada Türkoğlu sokaktaki evlerin bir bölümü, orman arazisinde kalıyor gerekçesiyle Şubat 2001’de yıktırıldı. Aynı sıradaki evlerin bir bölümüne ise dokunulmadı. Yıkılan evler 50-60 yıllık evlerdi, tapusu, iskanı vardı, vergileri ödenmişti. Ama günün birinde önce tebligat ardından yıkım kararı geldi. Yıkılan evlerden biri Ayten Sabis’e ait. Ayten Sabis, üzüntüsü ve öfkesini günlüğüne not düşmüş. Günlük şimdi neden mi açıldı, çünkü Sabis, yıkıma uğrayan ev sahiplerinin bir bölümüyle birlikte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu. Şimdi karar bekleniyor. Üstte, Sabis’in yıkılan ve olduğu gibi bırakılan evinin bugünkü hali.

Günlerden Salı, yarın oldu, yani Çarşamba, 31 Ocak 2001. Evet, hayatımda yaşadığım üçüncü büyük acı. Acının anlamı ne? Yemek mi bu? Ağzımda acı bir tat bıraktı. Hayır hayır, bu ne biberin ne kininin acısı, bu acı kalbimin acısı, gönlümün acısı, içimde için için yanan kalp acısı, haksızlık acısı, derdini anlatamamanın acısı. Tanrım, neden bana bunları yaşattın? O büyük insan zaten gitmişti, yoktu artık, anılarımla yaşıyordum. Hayır böyle düşünmemem lazım, galiba günaha giriyorum. Bu acıyı bana Allah vermedi, onun adaleti değil bu, hiçbir zaman böylesine acımasız olamaz o. Affet beni Allahım.

31 Ocak’ı da geçtik, hava çok kötü. Cellatlar gelip ipi çekemediler, makineler dahi çalışamadı.

1 Şubat 2001, ölüm fermanının yerine getirildiği gün, günlerden Perşembe, saat 13.30. Çamlardan bir ejderha olanca hıncı ile ileri atıldı, darbesini indirdi, ama nafile, öyle bir karşı koyuş görüyor ki, makinenin bile o güzelim yuvayı yıkmaya gücü yetmiyor. Ama o kırılası eller, kin dolu yürekler, kıskançlıktan dışarı uğramış gözler, bir daha bir daha deniyor hıncını almak için, ileriye saldırıyor, sonunda yarı beline kadar sokuyor hançeri, yerlere yuvarlıyor o güzelim yuvayı. Etraf toz duman, ama yine de direniyor o taş duvarlar. Oya gibi işlenmiş taşlar kızardıkça kızarıyor, her köşesinden kanlar damlıyor, ama yine de duruyor yerli yerinde, onurlu, dimdik.

Bir de bakıyorsun ki kocaman bir delik açılmış, koca bir mezar çıkmış ortaya, harabe yuvasına dönüşmüş o güzelim yıllarımın geçtiği yuva. Hain eller nasıl da kıydı? Bunu insan yapamaz, insan yüreği taşıyan yapamaz. Hain eller, kırılası eller, yıkılası yuvalar, tanrıdan tek isteğim.

O güzel yuvayı yapan eller, o dimdik vakur ve onurlu insan yok artık, toprak oldu. Öyle bir yuvaydı ki, her türlü doğa olayına sahibi gibi sapasağlam dayanıyordu. Allahım, onun ruhunu haberdar etme bu korkunç olaydan, yalvarırım.

Tapusu var, iskân var, ruhsat var, seneler var, ödenmiş vergileri var, ama her şeyden önce 47 sene yaşanmış bir hayat var.

Duvarlarına sinmiş mutluluklarım, aşklarım, acılarım, gözyaşlarım, sevinçlerim, hüzünlerim, 19 yaşın heyecanı, evliliğimin ilk gecesi, kucakta taşınışım var. Çamlardaki haykırışlarım, zaman zaman isyanlarım var. Mutlulukla yaşanan 39 senenin, geri kalan yalnız yürünen 8 senenin izleri var Aşıklar Yolunda.

Bugün ise o yıkıntıların altında yalnız bir dul kadın var, yıkılmamak için çırpınıyor, yapılan haksızlığa isyan ediyor, zaman zaman da hezeyanlar yaşıyor, sonra yine kadere boyun eğip köşesine çekilip suskunlaşıyor. Kolay değil, 47 sene yaşanmış hayatını geri istiyor, ama sonuç hazin bir şekilde noktalanıyor. Karşısında yargısız infaz onaylayan bir devlet var, eğer varsa! Sen nesin ki? Kimsin ki? O güce karşı nasıl dayanırsın?

Sözde adalet dağıttığınız mahkemelerinizin duvarlarına kazılmış o veciz cümlenin altına sığınarak yapılan haksızlıklar. “Adalet mülkün temelidir.”

Kanıyor, evet kanıyor yaram. Kin mi? Nefret mi? Acı mı? Yara mı? Kader mi? Nedir? Bu belki de hepsinin karışımı, adını koyamadığım bir duygu. İşte benim yaşadığım.

Yalnız gecelerimin ıstırabına bir de bu yara eklendi. Bu acımasızlık, bu vurdumduymazlık, bu sorumsuzluk daha nereye kadar gidecek ah! Düzen bozuk, düzen bozuk! Benim çilekeş milletim, benim gibi, bizim gibi namuslu insanlar, nedir bu çektiklerimiz? Bunları hak etmedik, niçin bizi böylesine büyük bir acı ile cezalandırıyorsunuz? Suçumuz ne? Doğru davranmak mı, kanunları saymak mı? Dürüst ve namuslu yaşamak mı? Tapulu yuvalarımızı başımıza yıkarak bizleri kış günü sokağa atmak mı, bu mu devletin büyüklüğü? Devlet baba mı, hayır bu baba başka baba, o kutsal kelimeyi bu acımasız devlete atfedemem. Zaten öyle bir Türkiye’de yaşıyoruz ki, her şey mafya…

Yıksınlar, yok etsinler, tozu dumana katsınlar, ağaçları devirsinler, o güzelim mimozaları kökünden söksünler, o ağaçlar onlara intisar edecek, ben değil. O ağaçların vebalini ömür boyu omuzlarında taşıyacaklar. Bu mudur ağaç sevgisi, bu mudur orman sevgisi? Ne kazandılar, hiç!

Hayır hayır, bunlar her şeyi yok etmek için, milli serveti tuzla buz etmek için ellerinden geleni yapan örümcekleşmiş kafalar, kırılası eller, sözde adalet yargı kararı uygulayan servet düşmanları, bunlara insan diyemem. Hayvan ise hiç diyemem, çünkü hayvanlar bunların yaptığını yapmaz, yuvaları yıkmaz, onlar Allahın yarattığı yaratıklar, dünyayı güzelleştiren varlıklar.

Gelin görün, herkes gelsin ibret gözü ile görsün harabeye dönmüş o güzelim Türkoğlu Sokağını. Sıra sıra dizilmiş inci gibi doğayı süsleyen, insan ellerinden çıkmış birer biblo gibi, birer kuş yuvası gibi hayat dolu yuvalarımız. Her taraf viraneye dönmüş. Ağaçlar yok olmuş, çiçekler solmuş, sözde korudukları çamlar yıkılmış, kurumuş, bu manzaraya insan yüreği dayanamaz. Viranelerin altında uçları görünen, sahipleri tarafından hayat bulmuş, yaşanmış eşyalar, oraya buraya saçılmış, kırık dökük, hüzün dolu, acı dolu, gözyaşı dolu, boyunları bükülmüş, öylece kalakalmışlar.

Bu mudur İnsanlık?

Bu mudur Türkiye?

Bu mudur Adalet?

İşte nihayet devlet kudretini gösterdi. Ne de büyükmüşsün! Bizim gibi gariplerin yuvalarını yıktın, mutlu ol! Bugün artık vatan için çarpan ne bir kalp, ne de devlet için bir his duyan insanlar kaldı, robot gibi öldürdünüz onları, iftihar edin!

Ey büyük Türkiye Devleti, yazıklar olsun, küstüm sana!

PS: Toprak olmuş o güzelim, o büyük insanın kâğıtlarına yazdım bu satırları. Ruhu şad olsun. Ben yaşadığım müddetçe sen hep yaşayacaksın benimle.

 


Yayınlanma Tarihi: 06 Şubat 2025  /  Son Güncellenme: 06 Şubat 2025


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.