Paylaş
Tüm Sayılar      2025      Sayı 236 – Şubat 2025      Adalar’ın Umutsuz Âşıkları

Adalar’ın Umutsuz Âşıkları


Mikelanj’ın Cupid’i

Malum, Şubat ayındayız. Şubat ayının aşkla ilişkisi aslında Antik Çağ söylencelerine kadar uzanıyor. Gamelyon ayı olarak bilinen bu dönem Zeus ile Hera’nın evliliğine adanmış. Yine de Aziz Valentine ile aşk bağlantısının efsaneden ibaret olduğunu, “valentine” kelimesinin ve Şubat ortasının aşk ile ilişkilendirilerek bir “çift”leşme ve kutlamaya dönüşmesinin 14. yüzyılda ortaya çıktığını, günümüz anlamında bir “Sevgililer Günü”nün ise ancak 1800ler’de boy gösterdiğini aktarıyor çoğu kaynaklar. Üstelik 1969 yılında Katolik Kilisesi Aziz Valentine Günü’nü takvimden siliveriyor! İşin acı gerçeği, Noel-Yılbaşı ile Paskalya arasında piyasayı boş bırakmamak için bir “gün” ilan eden Amerikan tebrik kartı firması Hallmark sayesinde Şubat’ı “aşk ayı” diye anar olduk.

Adalar da büyük aşkların, aşka dair eserlerin vazgeçilmez mekânı malum. Ama her aşk da romantik komedi filmlerindeki gibi mutlu sonla bitmiyor maalesef. Bu sayımızda bu kez de Adalar sahillerinde cereyan eden, aşk tanrıçası Venüs ile savaş tanrısı Mars’ın oğlu olarak bilinen Cupido’nun can evinden vurduğu üç umutsuz âşığa yer vermek istedik…

Mehmed Celâl Anna’sını ebediyen unutamaz…

Büke Uras, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Büyükada – Moris Danon Koleksiyonu başlıklı kitabında Mehmed Celâl’in Anna’ya beslediği umutsuz aşkı ve bu aşkın meyvelerini şöyle aktarır (s. 284-285) :

Saplantılı bir tutkuyla bağlandığı aşkının izinde, Büyükada’yı mutluluk arayışının mekânı olarak yücelterek farklı bir anlam yükleyen Mehmed Celâl’dir (1867-1912). (…) İlk gençlik yıllarında Büyükada’da, Köçeoğlu Kirkor’un kızı Anna’yı sevmiş, onun başkasıyla evlenmesi ruh dünyasını altüst etmişti. Birkaç evlilik yapmasına rağmen hiç unutmadığı ilk aşkı Anna, bir ilham perisinden daha fazlasıdır.

Mehmed Celâl Bey

(…)

Ada’da Söylediklerim, Mehmed Celâl’in Büyükada’da, Anna için yazdığı şiirlerin bir araya getirilmesinden ibarettir. Eserinin önsözünde bunu ifade eder: “Geçen sene letafet-i mevki’iyesiyle payitahtımızın en güzel mevkilerinden ma’dud olan [addedilen] Büyük Ada’da ikamet eylediğim sırada, yukarıda arz eylediğim menazır gibi bazı manzaraların gönlüme ilka eylediği [yerleştiği] hissiyatın tesiriyle yazmış olduğum eserlerim şu mecmuayı teşkil eyledi, namı da bittabi ‘Ada’da Söylediklerim’ oldu.”

(…)

Ahmet Rasim, hatıralarını derlediği Muharrir, Şâir, Edip adlı kitabında, Mehmed Celâl’in Büyükada ve Anna’ya odaklanan travmatik ruh halini anlatır: “Büyükada’da oturduğum senelerde birgün Andelîb (Esad) ile çıkageldiler. Eyvah! Burada ben bu iki deliyi nasıl idâre edeyim? Derhâl merkebleri çağırdım. Bindik. Diyaskalos deyip yürüdük. Çamlar altında oturduk. Maa-hâzâ [bununla beraber] bir saat sonra ikisi de birden ayaklandılar. Celâl bağırıyor, Andelîb bağırıyordu… En-nihâyet, bilmem ne oldu? İkisi birden ağlamağa başladılar. Buhran hitâma [sona] eriyor. Fransızlar ‘Ufak bir rüzgâr yağmuru dindirir’ derler. Amma burada beş on damla gözyaşı fırtınayı dindirdi idi. Meğer Celâl, Anna’yı hatırlamış. Andelîb de onun ağladığını görünce kendisini zabtedememiş imiş. Bana da bu hâl dokundu. Pek müteessir oldum. Gözlerim sulandı. Bîçâre Celâl beni de müheyyâ-yı bükâ [gözyaşı hazırlığında] görünce yerinden fırladı. Anna’nın hanesi istikametine dönerek bi’l-irticâl [doğaçlama]: Ada!.. Ey mesken-i dildâr! [gönüle bağlı, sevgili]. Sende sonbahâr ağlar Celâl ü Râsim ağlar, Andelîb-i dil-fikâr ağlar diye âvâzı çıkdığı kadar bağırdı idi. Şükürler olsun ki geceyi pek sâkinâne geçirdik idi. Onları bağlayacak zinciri[1] elde etmiş idim: Bol, sık sık rakı!”[2]

Bir başka marazi aşk da Heybeli’de yaşanır…

Akillas Millas, Heybeliada, Halki, Dimonisos kitabında sonu hüsranla biten bir başka umutsuz aşkı anlatır okuyucularına:

İliaskoların komşusu Maniadaki ailesiydi. Onların malikânesi de gösteriş bakımından aşağı kalmazdı. Malikânenin iki görkemli cihannümasından görülen manzara eşsizdi. Rıhtımın önünde birisi erkekler, diğeri de kadınlar için iki tane kapalı, ahşap deniz banyosu vardı. Bayan Marika’nın ölümünden sonra burası da terk edildi. Malikânenin bakıcılığını yapan Türk bir balıkçı, her akşam sarhoş olur, balkonda gazel okurdu (1972).

Maria Maniadaki Heybeli’de “Marika-Bum!” lakabı ile tanınırdı. Bu lakabın hikâyesini gençlik arkadaşı, Arvanitakis’in torunu Eleni Stamatiadu anlatmıştır:

“…Maniadakis ailesinin bütün kızları güzeldi, ama Maria güzellik bakımından hepsinin önündeydi ve çok fazla talibi olan bir gelin adayı idi. Dolayısıyla yakışıklı Halki delikanlılarının gözü hep onun üzerindeydi. Ama hepsi bir yana, romantik Emilios Lambrinidis’in Maria’ya yıllar öncesinden gelen platonik aşkı herkes tarafından bilinirdi. Güzel Maria Maniadaki, şair Kavafi ve İliaskoların akrabası Konstantinos Dimitriadis ile evleniverince, diğer damat adayları fena halde kederlendiler. Diğer müstakbel damatların belki gururları yaralanmış, ya da hesapları tutmamıştı, ama Lambrinidis için ölümcül bir darbe olmuştu.

Halki sosyetesi Pazar akşamları Çam Limanı’nda Filippaki Gazinosu’na gitmeyi o yıllarda âdet edinmişti. Haziran ayında açılıp, sonbaharın ortalarına kadar açık kalan bu gazino, ada sosyetesinde olan bitenin en iyi gözlemlendiği yerdi. Dolayısıyla, yeni nişanlı çiftin bu sosyete toplantılarından ayrı kalması düşünülemezdi. Güzel Marika gölgeliğin altına oturmuş, Dimitriadis’in omzuna belli belirsiz yaslanmış -zira o yıllarda adabımuaşeret kuralları daha fazlasına izin vermiyordu-, gözleri mutluluk içinde, rüya alemine dalmıştı…

“Az sonra mutsuz delikanlı Lambrinidis, yanında Ruhban Okulu’nun resim öğretmeni İoannis Yannaros292 ile birlikte ortaya çıkar. Maria Manyadaki’nin oturduğu masanın yanındaki masada otururlar. Yaşanan gerilim herkesi etkisi altına alır. Lambrinidis, Yiannaros’tan bir kalem vermesini ister; ressam yanında her zaman bir kalem taşımaktadır. Lambrinidis kalemi alır ve küçük bir kağıt parçasına alelacele ‘Marika, seni seviyorum!’ diye yazar ve şimşek hızıyla bir revolver çıkararak, ‘Marika’ diye haykırmasının ardından kendini karnından vurur. Bum! Kanlar içinde Maria’nın ayakları dibine düşer. Maria bayılır, ardından Yiannaros ve ince ruhlu başka insanlar da bayılır.

Kargopulo’dan bir Heybeli fotoğrafı

“Herkes bu romantik aşığın matemini tuttu. Haber adada büyük yankı uyandırdı, herkesin diline düştü…” Ve acımasız Heybelililer Maria Manyadakis’e “Bum” lakabını taktılar.

Olayın görgü tanığı olan Doktor Murunakis şöyle yazıyor:

“…1904 yılında, Nafıa Vekaleti yüksek dereceli memurlarından, saygıdeğer Bay Lambrinidis ailesiyle birlikte Halki’de tatildeydi. Beyoğlu’ndaki Lycee Greco-Français mezunu olan ve olağanüstü bir dehaya, keskin bir zekâya ve çok asil duygularla son derece nazik davranışlara sahip, 19 yaşındaki oğlu Emilios da ailesiyle birlikteydi. Kendisini tanıyanların kabul ettiği gibi, parlak bir gelecek vaat eden bu genç adam, bu yılın 24 Temmuz günü, karşılıksız bir aşk nedeniyle, Çam Limanı’nda hayatına son vermeye teşebbüs etmiş, karaciğeri civarına ateş etmiştir. Kurşun diyafragmayı delerek karaciğerin arkasına saplanmıştır. İntihar teşebbüsünde bulunan, bundan hemen pişmanlık duyup tıbbi yardım talebinde bulundu. Halki’de tatilde olan İstanbul’un en ünlü cerrahları, Bay Sgurdeos ile Bay Antipas genç adamın yardımına koştular.

Öylesine acil ve hızlı cerrahi bir müdahale gerekmekteydi ki bu… Gece yarısı sıralarında, ilmi bir hassasiyet ve süratle ameliyat yapılmaya çalışıldı. İki kaburga kemiğinin kırılması gerekmekteydi, ancak bunun için uygun bir cerrahi alet bulunamadığından, bir bahçıvan makasının usulünce sterilize edildikten sonra bu iş için kullanıldığını hatırlıyorum. Ne yazık ki, kurşunun batın nahiyesinde sebep olduğu anatomik yaralar genç adamın kurtarılmasını imkansız kıldı. 26 Temmuz günü, merhum Emilios bütün akli melekeleri yerinde, huzur ve sükun içinde, tövbekâr olduktan ve kutsal komünyonu aldıktan sonra, günahsız bir şekilde, akrabalarını ve ailesini tarifsiz ve teselli edilemez acılara gark ederek ruhunu Yaratan’a teslim etti…”

 

Ama bu üç öykünün arasında belki de en tuhafı Antonio (Andon / Antuvan) Kalvokoresis’inkidir…

Bu kez de Akillas Millas’ın yine Adalı Yayınları’ndan çıkan kitabı Büyükada / Ada-i Kebir’indeki en marazi aşk hikayesine kulak veriyoruz:

1885 yılında, Régates’lerin (kürek yarışları) sosyetik bir olay olduğu yıllardayız. İzmir’den ta Pontus’a kadar bütün sahil şehirleri, bu yarışların en gösterişlisi olan kayık yarışlarını başarılı bir şekilde organize etmek için birbirleriyle rekabet halindeler. Ada’da bir “Kürekçiler Grubu” kurmayı ilk düşünenler, “Büyükada’yı ikinci yurtları sayan” ve “denizi çok seven” dört arkadaştı. Bu dört arkadaş, yaz aylarını Büyükada’da geçiren aristokratların en seçkinlerinden Andonios Kalvokoresis, Miltiadis İsaakidis, Frederiko Macori ve armatör K. Doros’tu. Bu grubun temel amacı, “kürekçiliğin ve balıkçılığın gelişmesi için faaliyetlerde bulunmak, açık hava ve deniz sporları yarışmaları organize etmek ve bunları desteklemek”ti. İlk grubu kendi aralarında oluşturdular. Başlangıçta, biri yelkenli olmak üzere, yalnızca dört sandalları vardı. Kalvokoresis’in Kumsal sahilinde bulunan yazlık evinin önünde küçük bir liman inşa ettiler ve orada kürekçilik ve yelken kullanma antrenmanları yapmaya başladılar. Bunlarla beraber balıkçılıktaki maharetlerini arttırmaya çalıştılar. Bilindiği gibi balıkçılık Ada halkının geçimini temin ettiği esas meslekti, ancak yazlıkçılar bu meşgaleyi bir spor olarak algılıyorlardı.

Telefon rehberi, sene 1331-1332 (1915). Basım yeri İstanbul, sf. 149. Morla işaretli kısım, Antonio Kalvokoresis’in “Kumsak Sokak” kaydı altındaki telefon numarası: “43”.

Akillas Millas’taki açıklamanın kaynağı, Niko Ksidas’ın 1984’teki beyandır: Prinkipo Yacht Club’ın coşkun kurucularından Antonio Kalvokoresis’in fevkalade güzel bir Fransız hanımla yaşadığı ateşli aşk serüveni, Ada sosyetesinde büyük bir şok yaratmıştı. “Onunla Avrupa’ya yaptığı bir seyahat esnasında tanışmıştı. Deli gibi aşık oldu ve onu Ada’ya getirdi. Deniz kıyısındaki konağına yerleştirdi. Yıllarca derin bir aşkla yaşadılar. Kadın vakitsiz ve hiç beklenmedik bir anda vefat edince onu gizlice tahnit etti ve uzun zaman odasında sakladı. Yıllar sonra Kalvokoresis de vefat edince yakınları Fransız kadının mumyasını da buldular ve ne yapacaklarını bilemediler. Sonunda gizlice bir sandala yükledikten sonra ayaklarına ağır taşlar bağlayarak denize attılar…”


[1] Ahmed Râsim, bulundukları Lunapark Meydanı’nın yanı başındaki Aya Yorgi Manastırı’nda, akıl hastalarının zincirle bağlanmasına atıfta bulunmaktadır.

[2] Ahmed Râsim, 1924, Muharrir, Şâir, Edip, Kanaat Matbaası, İstanbul, ss. 134-135.


Yayınlanma Tarihi: 06 Şubat 2025  /  Son Güncellenme: 07 Şubat 2025


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.