Coğrafya kader, diyorlar. “Yerli yersiz.” Son zamanlarda tekrar tekrar telaffuz edilen pek gözde bir laf oldu bu. “Kederdir’i de var onun.” Her ne kadar hafif asap bozucu da olsa bunca tekrar edilmesi insanı düşündürttürüyor. “Düşündürmüyor değil.”
Bugün bu sözü adayla beraber düşünmek mesela, saatlerce konuşmayı, sayfalarca yazmayı gerektiriyor gibi… “Ne münasebet canım!” “Ada” yaşadığımız yer olmanın yanı sıra coğrafi de bir terim çünkü, “dört bir tarafı sularla çevrili kara parçası”. Bu “kaderin” ne kadarından nasiplenebildiğimiz (o sularda ne kadar yüzebildiğimiz) meselesi bir yana, içinde bulunduğumuz bu coğrafya nasıl etkiliyor acaba bizi? Kader olarak gördük mü sahiden burayı? Adadan karşıya bakarken, sadece geceleri, o göz boyayan ışıklar sayesinde güzel görünen karşı tepeler, hiçbir coğrafyanın kaderinin bizim elimizde olmadığını gösterdi belki çoktan. Hakikat gözümüzün önündeyken şimdi de kaderi mi dikildi karşımıza coğrafyasının! “İyi oldu.” Yeryüzünün böyle küçücük bir parçasının bile kaderini tayin edememek kader kurbanı falan kılmaz ama bizi. Zırlamak boşuna. “Akepe şöyleydi böyleydi de ondan!” diyemeyiz. “Belediyenin aldığı tedbirlerin…” diye başlayıp da aşırı ciddi gibi duran koca koca cümleler kuramayız artık. Ah vah da etmek olmaz çünkü her çirkinliğin, her tehlikenin, bu coğrafyaya dair her türlü rezilliğin sorumlusu biziz.
Coğrafyanın “kaderini” değiştirmeye kalkıştık diyelim, nerden başlayacaktık işe? Tek bir cevabı var mı, yok. “Olsun.” Sorular yetecek bize, hatta artacak bile şimdilik. Bir cevap da ancak yeterince soru sorulursa çıkacak meydana, çıkmaz bile belki. “Çıkmasın!” Sadece sorularla sarsmak, değiştirebilmek, çizmekse çizmek mümkün çünkü o kaderi baştan. Bugüne kadar bizi, bir kader varsa ona mahkûm eden, dünden bugüne verilen cevaplar oldu hep. Hazırcevaplar. Sorularlaysa her daim tazelendik, yerin yedi kat dibinden göğün yedi kat üstüne taşındık, o coğrafyaya dışarıdan, tepesinden hatta bakıp o coğrafyanın, daha iyi görebildik her şeyi. Aynı tepeden bizi sağ salim yere indiren de öbür sorular oldu. Başka sorular. Hiçbir cevap değil.
Yaşanacak her şeyden, “Geçmiş zaman olur ki…” diye bahsetmeye, istediğimiz her şey çoktan olmuş bitmiş de geçip gitmiş gibi anlatmaya devam öyleyse. Tahammül gitgide azalıyor nitekim:
Baştan kader yazıp çizmeye yeltenme çabası her türlü soruyu peş peşe boca etti üstümüze. Sorularla yıkandık, doğruldu sırtımız. Bir coğrafyanın, bir yeryüzü parçasının, bir adanın kaderi sorular oldu önce. Doğru sorular. “Biz ne kadar içindeyiz işin?” “Hepsi makbul, hepsi.”
O coğrafya, kader mi değil mi, ne olduğunu kendi de şaşırdı böylece, ezelden beri yüklendiği bütün kaderleri oflaya puflaya vurdu omzuna, bir toz bulutuna dönüşüp öyle yükseldi adanın üstünde. Cevapsız. Balonlar, rengârenk flamalar, neşeli ezgilerle, uçurtmalar uçurarak kutladık onun gözden kayboluşunu adadan, “Hadi bakalım!” Coğrafyadan o kaderi bir güzel kovaladık.
Sema
2009’da geliyor Sema Ada’ya. Arkadaşı Hale sayesinde önce Ada’ya hafiften ısınıyor, Amerikalar’dan gelip. Sonra burada ev almaya kadar vardırıyor işi. Gelgelelim, başta pek de sevmiyor adayı. Adaya geliş yolunu tarif ediyor arkadaşı, orada ineceksin, şuna bineceksin, sonra Kabataş’tan vapur… “Off, ne yolculuktu o öyle!” diye bahsediyor ada yolculuğundan, “Anadolu’da uzak bir diyara gider gibi!” Bir de atlar, kokular rahatsız ediyor onu. Gel zaman git zaman, ne oluyorsa oluyor, burada bir kök buluyor kendine Sema. Bulur bulmaz da türlü işlere girişiyor.
O işleri konuşmak için buluştuk nihayet. Uzun zaman önceki ve şimdiki işler… Hiç bitmeyen, bitmeyecek işler. “Bitmesin!”
Sen de hoş geldin Tuba’cığım. Ben de çok mutlu oldum.
Ben Adalar’ı hiç bilmiyordum. Büyükada’ya falan bir kere gitmiştim belki, o da gençken. Yıllar sonra çok yakın bir arkadaşım Hale, Heybeli’de bir ev kiraladı. Bana da ısrar etti, gel bir gör, diye. Gittim, bir hafta kaldım onunla. Atlarımız vardı o zaman adada, kediler de… Her yer kokuyor gibi geldi! Amerika’da yok tabii böyle bir şey… Bazen geyikler gelirdi, eve bakar, oturur öyle, kışın aç kalırlarsa yemek aramaya gelirler, çok sakin hayvanlardır. Neyse, Hale’ciğimin sayesinde böyle böyle tanıdım adayı. Ondan sonra, ertesi yaz bana bir ev kiralamasını rica ettim, kiraladı. Biz Amerika’ya geri dönmüştük çünkü. Eşim Jon’la beraber 2009 yazında geldik ve o yaz adayı çok sevdik, apar topar yerleştik.
O ilk yaz, bir arkadaşımız vesilesiyle hemen kızlarla futbol işine giriştik. Bir projeye başlamıştı onlar zaten, gene Boğaziçi’nden Hale’yle ortak arkadaşımız Sema, Boğaz’da değil de, oralarda bir tepede, daha dar gelirli ailelerin yaşadığı bir yerde kızlar için futbol dersleri başlatmış. Aynısını bizim adada da başlatmamızı istedi. Geldi, bize formalar verdi hatta. Biz de o yaz hemen antrenör arayışına girdik. Muhtarımız Aslı’ydı o zaman, Aslı da futbol oynamış meğer zamanında, Ahmet Bey var, dedi, o yapar bu işi. Birkaç isim daha vardı, onlarla da görüştük. Sonrasında antrenörümüz yıllar boyu, şimdi baskette Ali Apak’la beraber, Ahmet Reis oldu. Ahmet Reis’le 2009 yazında kızlarımızı seçtik. Tepede yaşayan, dar gelirli ailelerin kızları o sene spora başladı. Yirmi kızımız ligde dereceye girmişti mesela, ikinci oldular; çok büyük bir başarı olarak görülmeyebilir bu belki ama biz kızlarımızı alıp ilk defa anakaraya geçerken gördük ki adadan dışarıya ilk defa seyahat edenler var. Sırf bu bile çok önemli bir şeydi bizim için. Cesaret Derneği’ni de bundan sonra kurduk, 2013 yazında. Kadınların iş bulmasına, kendilerine gelir sağlamasına yardım etmek, onları cesaretlendirmek üzere. O da hâlâ gayet iyi gidiyor. Kızların basket masrafı ilk yıllar biraz fazlaydı, şimdi dengelendi sanki. Heybeliada Su Sporları Kulübü’ne geçti kızlarımız. Burada, lisenin spor salonunda bize antrenman yapma izni verilmedi çünkü.
Evet, doğru, onun gibi. Bir kış iki ayrı lige katılmıştık mesela Cesaret Derneği olarak, masrafımız çoktu. Yazları yemek yapıyorduk Adalılardan destek toplamak için. Herkes geliyordu, politikayla, partilerle hiçbir ilgisi yoktu bu dayanışmanın. Şimdi, kitabımın gelirini bıraktım mesela derneğe. Paramız var, sürekli bağış yapan üyelerimiz var, özellikle çocukların eğitim bursu için. Zerrin Hanım var, Heybelili, o bağış yapıyor, onun ailesi, çevresi de öyle. Böyle devam ediyoruz, gitgide artıyor bağışçılarımız. Bu devirde derneklerin çoğu kapanıyor. O dükkândaki farklı siyasi görüşlerden on kadının, ki hiç de kolay bir şey değildir bu -aile değil bunlar nihayetinde- beraber çalışması, ne kadar para geldi, kime ne kadar dağıtılacak, bunları hesaplamaları müthiş bir iş. Bir okulumuz oldu sonra da biliyorsun, matematik, fen, İngilizce dersleri verdik orada fakat salgın yüzünden her şey altüst oldu.
Evet, öyle sahiden. Abim de önayak oldu. Bir de ben biraz girişkenim galiba, ondan da oluyor. Doğru kişiler çıktı karşıma. İlk zamanlar, her antrenmanın başındaydım. Sonra bir baktım ki kendi kendime iş icat ediyorum çünkü bir güven oluşmuş artık aramızda. Doğru kişilerle karşılaşmak büyük şans oldu gerçekten. Bir binayı kiralamışız, orada dersler veriyoruz, bunlar büyük riskler… Adada beraber olduğumuz insanlarla bu riskler çabucak ortadan kalktı. Şanslıyız!
(Gülüyor.) Çok güzel bir soru! Bizim amaçlarımız paraleldi, yani sadece üç kadın derneğimize üye olsun da onlara, çocuklarına yardım edelim gibi bir şey değildi bu. Adada böyle bir şey yapma fikri hepimize birden çok iyi geldi. Hatırlıyorum, bizim evin alt katında toplanmıştık. İdil vardı o dönem derneğimizde, bize çok yardım etti. Sonra ayrıldı gerçi üyelikten ama o sırada İdil’le ders vermek için bir yer bakıyorduk. Çocuklara okuldan sonra, İngilizce ve matematikte destek olalım istiyorduk çünkü aldıkları eğitimin yeterli olmadığını biliyorduk. Bunu yapmak istediğimiz için İdil’le böyle bir yer baktık, aynı zamanda da çocuklara yuva olacak bir yer. Kaç yaş için demiştik, üç ile beş arası mıydı?
Evet evet! Bir yerimiz olsun istedik. Burayı eğitim için farklı amaçlarla da kullanırız dedik, tabii ki paralel amaçlarla. Başka bir şey düşündüğümüz yoktu o sıra. Adaya bir katkım olsun istiyordum, ne şanslıymışım ki sizlerle tanıştım. Yeri bulduk ama gidip kiralarken bile sorun çıktı, bize vermek istemediler, hatırlarsın… Bunlar ne yapıyorlar, ne yapmak istiyorlar, diye baktılar. Güvensizlik vardı. Böylece, rastgele, tanınmadığımız bir mahallede bir işe kalkışmış olduk. Bir sorun çıkmadı neyse ki. Büyük bir şey olmadı. Öte yandan, bizim tarafımızda her şey gayet güzeldi, orası bizi bir araya getirdi. Birgül’le perdelik, minderlik falan kumaş almak için karşıya geçtik. Serenad’ın babası parkeleri döşedi. Her yeri boyadık, temizledik… Yahu çok acayip, çok güzeldi! Köy enstitüsü gibi gördük bir an bu mekânı. Neden olmasın? Bir fikir böyle geldi bir başka fikrin peşinden. Biz de koştuk, sizin de buna ihtiyacınız vardı, böylece devam ettik.
Ettiremedik, belki de o kadardı ömrü. Belki de başka bir şeye dönüştü, oradaki tecrübeden Kütüphane Derneği’nde yararlandık daha sonra. O yüzden boşa gitmiş bir şey değil hiç. Çocukları da bir araya getirdi bir defa. Aklıma şey geliyor, Ayşe Şirin, Rüzgâr ve Neşe, Birgül’ün getirdiği bir okul oyuncağında yan yana oturuyor, harika bir fotoğraftı o! Aynı grupta nalburda çalışan birinin çocuğu da vardı, yani sırf bizim üyelerimizin çocukları yoktu orada. İlk defa yan yana geldiniz siz de, pek de yan yana gelmemiş insanlar, tepe mahallelerden çocuklar, başörtülü anneler burada bir araya geldi.
Evet. Matematik verdik orada, Ayşe Erzan pazar günleri veriyordu. Adını “eğlenceli matematik” koyduk ki gelsinler! Nesin Vakfı’nın “Ailelere Matematik” diye bir dersi vardı, Ayşe Erzan bir Mart tatilinde o kursa katıldı. Böyle hazırlıklar da yapıyorduk yani, sadece var olan bilgimizi ortaya koymakla olmuyordu çünkü öyle yapınca kızlar çok sıkılıyordu. Sonra, pazar günleri o saate Kur’an dersi koydular, aileler çocuklarını Kur’an’a mı gönderelim, bize mi gelsinler derken sayı düştü. O sıralar Öznur da ders veriyordu, o ders verdiği zaman kalabalık oluyordu, çok enerjikti çünkü. Geometriyi, origamiyle, oyunlarla falan anlatıyordu, müthiş eğlenceliydi. Öyle ekip olarak güzel güzel devam ettirdik burayı.
Yaparız, mutlaka çıkar bir şeyler.
Amerika’dayken bazı yayınları takip etmiştim ben bu konuda. Amerika kabul etmiyor kadını. İşte, hâlâ bir başkan seçilmiş değil. Bu büyük bir ayrımcılık. Kadınlığını kullanarak bir yerlere gelmeye çalışmak da hata; kadın olduğu için zaten gelemeyecek o yere çünkü. Bir de kadınların büyük bir sorumluluğu var: hem çocuk sahibi olup hem de kariyerlerinde ilerlemeleri devlet desteğiyle olur ancak. Hâlâ bir şey yok ortada, yani sizin nesliniz veya daha genç nesille benim neslim bu bakımdan aynı sayılır. Çalışma hayatı bitiyor çoğu kadının. İzlanda’da mesela, doğum yapan kadına maaş veriliyor, erkek de kadına yardım ediyor. Doğum yapan kadının eşine de zorla izin veriliyor yani. Böylece bir kadın olarak çocuk doğurmaktan korkmuyorsun. Sen biraz geri kalacaksın belki işinden gücünden ama erkek de kalacak. Ben bunu çok düşündüm, erkeğe de izin veriliyor iyi hoş ama bir de şöyle örnekler var, o izin süresince kadın bebek bakarken kocası gidip kitap yazıyor. İş bölümü eşit olmadığı için istediğin kadar adama da izin ver, kültür buna hazır değilse ilerleyebilen gene erkek oluyor, sen kalakalıyorsun.
Tamam, şimdi daha iyi anladım. Tabii, çok üzüyor insanı bu. Kitabımda da yazmıştım, “Kathleen the Bitch” bölümünde, şefim olan bir kadından bahsettim. Sadece bana karşı değil, herkese karşı tavrı korkunçtu ama o zaten bunun için işe alınmıştı, hiç acımadan herkesi işten atabilecek biri olduğu için.
Çok sağ ol. Ben tecrübelerimi paylaşmak istedim sadece Tuba’cığım. Bizde daha çok zengin kadınların yaşamı dökülüyor dile, onların yaşadıkları kitap oluyor. Bu biraz battı bana. Yahu biz de varız bu dünyada! Bir Sema da geçti bu dünyadan yani! Çocuğum da yok, benden ne kalacak geriye? Etrafımdakilere örnek olmak istedim. Annemle babamın bize aşıladığı, onlar için en önemli şey okumamızdı. Amerika’ya gittim, okudum, çalıştım, çok çalıştım. Derken neyse ki gözüm açıldı, geri döndüm. Erkek meslektaşlarım Türkiye’deki üniversitelere geçti, bana da soruyorlardı, nerede çalışacaksın falan diye. Aaa, hiç istemiyorum çalışmak, artık yeter, dedim, beni ölmüş varsayın! Altmış iki yaşına kadar makine mühendisliği hocalığı yapmışım, yeter, bundan sonra başka bir şey yapacağım. Böylece yazarlık dersleri almaya başladım, epeyce uğraştım bu işle, hâlâ uğraşıyorum. Mühendis olup da yazmaya girişenlerle de bu derslerden sonra daha fazla karşılaştım. Mühendislerin kurgudaki yeteneği beğeniliyor yazarlar tarafından. Ben Berkeley’de iki yıl geçirdim, kitapta da anlatıyorum onu, makine mühendisliği profesörleri robotları kullanıp seramikten bir şeyler yapıyorlardı. Oradaki hocaların, tanıştığım insanların da çok büyük etkisi oldu üzerimde, sadece mühendislikle kalmayıp sanat alanına geçmişler işte. Çok sıkıldığım bir ara seramiğe başladım, haftada bir gün çalışıyordum. Önceleri yaptığım her şey kare kareydi gerçi! Küpler falan… Sonra yavaş yavaş yuvarlak hatlara geçmeye başladım!
Mühendislikten sonra uzun yıllar hocalık yaptım ben. Yayın çıkarmak zorundasın, araştırma yapıyorsun, makale yazıyorsun. Hiç unutmam, doktoramı çok zor yazmıştım mesela. Sonra makaleler… Şimdiki yazma gayretimde bu tecrübelerin faydası vardır muhakkak. Kurgu yapamıyorum ama hâlâ.
Yani ben öyle bir Orhan Pamuk falan olmadığım için burasının benim üzerimde öyle bir etkisi yok! Adanın sakin ortamı belki bazılarını yazmaya teşvik edebilir ama benim sürekli insan görmem lazım. Adadaki yaşamım beni tetikliyor, burada çok duygulandığım bazı şeyler oluyor. Şurada sadece oturup da yazsam çıldırırım herhalde. O yüzden Ada bana yazdırıyor diyemem.
Pişman olduğum şey, üniversiteyi tek kız olarak okumak. Çok yalnızdım. Oldukça tutucu bir aileden gelen bir kız olarak zordu bu. Babam soruyordu, yanına erkek oturuyor mu, diye. Sonradan içlerinden biriyle evlendim de. Fakat ilginçtir, mühendislikten arkadaşlarım beni hep korudu, hâlâ korurlar.
Ne kadar zor bir soru! Bir mühendis olarak, problem çözebilmek, ilk defa karşılaştığın bir probleme çözümler üretebilmek, bunu uygulayabilmek demek.
Çok ilerledi, çok! İlk başladığımızda robotlarla da ilgileniyordum. Mesela robota, damadan daha basit bazı oyunlar oynatmayı öğretiyordum. O zamanlar birisi bana, yapay zekâ kitap yazabilir mi diye sorsaydı imkânsız derdim, hatta yirmi değil, beş yıl önce de imkânsız derdim. Şimdi yazıyor, istersen resimlerini bile koyuyor. Hangi seviye için yazmak istiyorsan ona göre yazıyor ve nitekim artık herkesi de korkutuyor.
Aldı bile.
Yarar yarar. Bir tezgâh sorunu var mesela Adalar’da, belli sayıda tezgâh var ve bu tezgâhları, çalıştırmak isteyen insanlara atama problemi var. Bu matematiksel programlama gerektiren bir problem işte. Altmış tane tezgâh, beş yüz de insan var. Bu beş yüz kişiden altmışını seçeceğiz bu tezgâhları vermek için. Komisyonlar kuruldu, çalışmalar yapıldı, işler daha da karıştı, yok, bir türlü olmadı. Böyle bir düzenlemeyi işte, yapay zekâya bıraksak daha çok faktörü bir arada değerlendirebilir, geçmişte olup bitenleri göz önüne alarak neyin işlemediğini, gelecekteki muhtemel meseleleri tak diye çıkarabilir karşımıza ve öyle de karara varır.
Evet, var. Sağlık. Birkaç sene önce düştüm, dizim, diz kapağım çatlamıştı. Faytonlar da kaldırılmıştı, gidemedim adaya. Ne yapacağım? Yürüyemiyorum, edemiyorum. Bir keresinde polis arabasıyla gittim. Şimdi de kalçamda bir sorun var, bu yüzden gene az gelebiliyorum adaya. Maalesef böyle. Burada istediğim gibi yaşayamazsam gelmem. Sağlık önemli, çok önemli. Biliyorsun, geçen hafta sonu bir çocuğumuz vefat etti. Belki burada bir hastane olsaydı kurtulurdu. Lafı bile edilmedi bunun.
Adanın Delinimetleri’nin demirbaş sorusunu soracağım şimdi: Fayton?
Faytonlar herhalde geri gelecek. Belki taksiler kalır… Azmanbüse de geçildi zaten, o da bir gerçek. Binmesek bile. Hâlâ binmiyorum ben, çok zorlandığım halde. Büyükada’ya gidiyorum, taksiye biniyorum mecburen. Binmek zorundayım çünkü, yoksa adalarda yaşamama imkân yok. Faytonların kaldırılmasıyla çok şey kaybettik, ada çok fazla şey kaybetti. Bir çözüm bulunabilir, bulunacak. Bir geçiş dönemi bu, diye umuyorum.
Bir yerde artık yeter dedim, daha fazla ilerlemek istemiyorum. Akademide kalabilirdim yahut buraya döndüğümde bir üniversiteye geçebilirdim ama ben orada doyuma ulaştım. Bundan böyle dünyanın yüzde onu için değil, geri kalan, yüzde doksan dar gelirli çoğunluğu için çalışmak istiyorum dedim kendi kendime. Sınır tanımayan mühendisler öğrenci grubunun danışmanı olarak sosyal sorumluluk projeleri başlattım Amerika’da.
Şeyi dinliyordum mesela, Kaliforniya’da çamfıstığı üreticisi bir ailenin neden olduğu yangınlar, bir türlü söndürülemeyen… Bu kapitalist düzenin sonunu görüyoruz böylece. Açgözlülükle ilerlemenin sonuçlarını idrak ettikçe benim vapurum yön değiştirdi ve doğru yönü buldu.
Makineye bir sistem gözüyle bakayım. Girdileri var, çıktıları var. Ekolojik bakımdan onu kullanmayı hiç bilmiyoruz, bozuyoruz. Yağlamıyoruz, gittiği yere kadar, diyoruz. Eski bir araba gibi. Onu pırıl pırıl yapalım, demiyoruz. Pırıl pırıl bir hale getirebiliriz halbuki. Her birimiz, ufacık başka bir yerini görüp belli yerlerini mesele ediyoruz. Hep aynı şeyleri görüp yoruluyoruz. Çitler yapılıyor. Oraya buraya yazıyoruz, gene yoruluyoruz, bütün yükü omuzlarımızda hissediyoruz. Üstelik hiçbir şey de yapamıyoruz. Plajlar mahvetti adayı. Ağaçlar kesiliyor, beton katlar çıkılıyor. Yaptıklarımız hiçbir yere varmıyor…
Benim neslim için şartmış gibi geliyor bana. Ben evliyim ama o kadar da evli sayılmam! Eşimle birbirimizden tamamen bağımsızız çünkü. Ben istediğim her yere giderim, o isterse gelir, çoğu zaman da gelmez. İki evlilik arasındaki zamanlarda hep birini aradım ben, biri olmak zorundaydı hayatımda, böyle hissettim. O zaman her bakımdan daha verimli olduğumu gördüm, o kişi doğru kişiyse tabii.
Yabancı arkadaşlarım kedilere, sokak kedilerine inanamıyor mesela. Onlar için öyle ilginç bir şey ki. Bir de, adada çatkapı birine gidebildiğimizi, bir gün içinde hop diye on beş kişi toplanabildiğimizi anlatıyorum. Müthiş bir şey bu onlar için.
Herhalde daha çok yabancının ev aldığı, zenginle fakir arasındaki uçurumun derinleştiği bir yer olacak böyle giderse… Daha on yıl önce, orada burada buluşup, bir şeyler yiyip içebiliyorduk. Artık çok azaldı bu, fazla pahalı. Ayvalık’ta kadınların, gençlerin yiyeceğini içeceğini alıp sahile indiğini görüyordum akşamları. Belki burada da öyle bir şey başlar. Bize kalmış! Fakat pek öyle bir şey de görmüyorum, etrafımız çitlerle çevrildikçe biz de içimize kapandık sanki. Hemen bir şeyler yapmamız lazım.
Ben teşekkür ederim. Beni çok zorladığın sorular oldu ama onlar için özellikle teşekkür ederim, harikasın!
Yayınlanma Tarihi: 06 Şubat 2025 / Son Güncellenme: 24 Şubat 2025
Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.
Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.
Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.