Paylaş
Tüm Sayılar      2025      Sayı 238 – Nisan 2025      ‘Yokülke’ye Yolculuk: Adalardan Bir Ada

‘Yokülke’ye Yolculuk: Adalardan Bir Ada


Heybeliada, 1969, ortada Ayşe Sarısayın

Bu yazı Haydar Ergülen’in derlediği Bu Sefer Mavi adlı kolektif kitapta yer almıştır (Yolculuklar ve Kentler – 3, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015)

Vapur yolculuklarına ait ilk anılarım, uzak bir çocukluktan. Altmışlı yıllar, Beşiktaş vapur iskelesi. Sıcak bir yaz gecesi, sahildeki çay bahçesinde oturuyoruz. Annem, babam, ablam. İskeleye yanaşıp yolcu indiren, yeni yolcuları alıp uzaklaşan vapurları izliyorum. Bunca insan nereye gider, nereden gelir? Masalların etkileri kendini gösteriyor: Hayallerin ışıkları, karanlık bir geceyi nasıl da gündüz gibi aydınlatıyor!

Bir başka gece o vapurlardan birindeyim. Babamın Üsküdar’da oturan bir arkadaşından Beşiktaş’a dönüyoruz. Gidişimiz –ki gün batımından önce büyük olasılıkla– değil de dönüşümüz yer etmiş nedense belleğimde. Bastıran uykuya rağmen, ışıklar baskın gelmiş olmalı. Yaşadığım semti, oturduğumuz çay bahçesini denizden ilk görüşüm belki de… İskelenin üstünde göz alıcı parıltılar, yanıp sönen kıvılcımlar. Uzaktan gelen ezgiler, gitgide daha net duyuluyor. Renkli camlarda görünüp kaybolan koyu gölgeler, çizgiler… Külkedisi Sindirella’nın gittiği balo olabilir mi? Masal evine bu kadar yaklaşmışken, daha fazla direnemeyip uykuya teslim olmam ne büyük şanssızlık!

Vapurdan indiğimizde, babamın sırtında eve götürülürken, hayallerle gerçekler birbirine karışıyor. Yol boyunca göz kırpan yıldızlarla masal evinin ışıkları, ak köpüklerle yarılan denizin, o koyu karanlığın yarattığı belli belirsiz korkuyu alt ediyor. Güvenli bir çocukluk, korkulara kulak asmıyor, Külkedisi’nin arabası kabağa dönüşmeden yatağımda bulabiliyorum kendimi. Ayakkabımın tekini kaybetmeden hem de…

İzleyen yıllarda yine yakın mesafeler: Tek tük Boğaz vapurları, Karaköy-Kadıköy bazen, kimi yaz günlerinde halamlarla birlikte Küçüksu plajına ya da Kınalıada sahillerine gidişlerimiz. Denizde olmak, hep büyük bir coşku, sevinç. Vapurun kıç tarafında durup kollarımı parmaklıklara yaslayarak, başım iki elimin arasında, pervanenin dönüşüyle oluşan beyaz köpükleri izlemek… Mevsime, havanın durumuna, günün değişik saatlerine göre neredeyse her an değişen uçsuz bucaksız mavilik: gri-yeşilden koyu laciverte uzanan onlarca farklı ton arasında dans eden renklerin beyaza dönüşmesi, bembeyaz köpüklerin halka halka çevreye yayılarak kaybolması, yerini yenilerinin alması, yol boyunca sürüp giden devinim… Denizin hayatım boyunca özgürlüğün en belirgin simgesi olacağı aşikâr, köpükler ise hayatın ta kendisi…

Bu algıya rağmen yıllar yılı uzun deniz yolculuklarına çıkma fırsatım olmadı, hayal de etmedim galiba. Ne uçaklar ne otobüsler, en çok tren yolculukları besledi hayallerimi. Sirkeci ya da Haydarpaşa hatlarındaki istasyonlarda ya da büyük garlarda gece saatlerinde daha da yoğun hissedilen hüzünle ürpermek… “Bir trene binip gideceksin!” sayıklamaları ise daha sonraları, üniversite yıllarımda. Uzaklara –hangi uzaklar, uzak neresi, belirsiz– gidememenin sancısını hafifletmek için belki, kısa mesafelerde birkaç istasyon da olsa banliyö trenlerine binip inmeler, yolcusu az bir istasyonun köhne bankında oturup önünden geçen trenleri izlemeler, sonra bir bumerang gibi dönüp dolaşıp aynı yere dönmeler…

Tren istasyonlarının sırası değil oysa, hiçbir zaman yazılamayacak bir yazının konusu onlar belli ki. Üç yaz süren vapur yolculuklarına dönmeliyim şimdi, ilkokul yıllarıma, beşinci sınıfa geçtiğim yaza. Adaya gitmeliyim.

Heybeliada’da kim bilir ne zamandan kalma bir Rum evinin giriş katı, üç setten oluşan hayli bakımsız kocaman bahçe. İncir, ceviz ağaçları, diz boyu yabani otlar. “Ada vapuru yandan çarklı” değil artık, ama ‘lüküs kamara’lar var hâlâ. Sezen Aksu, Melih Cevdet Anday’ın ünlü Şinanay şiirini seslendirmemiş henüz. “Lüküs kamarada kimler oturur?” sorusunun yanıtını bilmesem de bizim oturmadığımıza eminim en azından!

Lüks mevkiler epeydir yok, olması da gerekmiyor ama İstanbul’un sembolü, kuğu misali süzülen ada vapurları da azalıyor günden güne. Teknolojik gelişmeler, zamanla yarış, başdöndürücü hız, tümü de kabulümüz ister istemez, ancak değişimin hızı, geçmişe dair her şeyin yok edileceği duygusunu yaratarak fena halde ürkütüyor insanı, en çok da eski adalıları…

‘Lüküs kamara’da oturmadığımız, hatta oturmaya yeltenmediğimiz halde adadayız. Babam hariç tabii… Onun yeri Beşiktaş, ‘dünyadan büyük’ çalışma odasından hiç ayrılmadan uzun yolculuklara çıkabiliyor. Hem yaz ayları aile bütçesine katkı sağlayan ek işler için biçilmiş kaftan!  Trenler, gemiler, yıldızlar… / Paramı yollara yatırmak isterdim, / Yaşamak uzak şehirlerde… Nerde? / Ev kirası, elektrik su parası / Kasabı, bakkalı, terzisi… / Birini kaparım, biri açılır / Masraf kapıları masal kapısı” diye yazarken Çarmıh şiirinde, “Trenler, gemiler, düşler bırakıyor insanı bir yerde / Sonra gene dönülmez bir yol gibi ev!” dizelerini eklerken İçerlek şiirine, yeni bir masraf kapısıyla, adadaki evin kirasıyla meşgul besbelli. Oysa ben masal kapısının eşiğinden geçerek çoktan içeri girmiş, yeni yaşantıların tadını çıkarmaktayım…

Babam haftada bir iki kez günübirlik geliyor adaya, bizi görmeye. Akşamları ‘babalar vapuru’nu karşılamaya gidenlerden, eli kolu dolu babalarının yükünü paylaşarak eğri büğrü merdivenli yokuşlardan tırmananlardan değiliz bu yüzden, hatta biraz mahzun bile oluyoruz bazı günbatımlarında.

Gecikmiş bir sokak çocukluğunu yakalayabildiğim ilk yer olan Heybeliada’da, her şeyin tadına varmaya çalışıyorum doyasıya. Dizlerim hep yaralı, taze ceviz kabuklarının boyası kına misali ellerimde… Yaşıyorum alabildiğine, ne Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta”sını ne de “Son Kuşlar”ını okumuşum henüz. Selim İleri’nin Ada, Her Yalnızlık Gibi romanını, Füruzan’ın “Günübirlik Adada” ve Peride Celal’in “Ada” öykülerini yazmalarına yıllar var daha. Ada edebiyatıyla ilgili bilgim Jules Verne’in Esrarlı Ada ya da Stevenson’un Define Adası kitaplarıyla sınırlı. Adayı olanca yalınlığıyla, kendine has doğası ve insan ilişkileriyle algılıyorum yalnızca.

Yabancısı olduğum doğayla ilk yakın temas burada. Ağaçların tepesine tırmanmalar, dalından meyve toplamalar, börtü böcekle tanışmalar, evde dişe dokunur ne varsa toplayıp sokaklardaki kedileri, köpekleri beslemeler… Kısa vapur yolculuklarında –ki o zamanlar bitmek bilmiyor benim için– denizi izlemek, denizden esen rüzgârlarla ürpermek, yükselen dalgalardan ürkmek, martıları, en çok da yunusları gördükçe sevinmek… Ada, farkına varmadan çok şey öğretiyor bana!

Fark edişim yıllar sonra, Selim İleri’yle Edebiyat Mekân programının çekimi için soğuk ama güneşin göz kamaştırdığı ışıklı bir ekim gününde Burgazada’ya ayak bastığımızda. Nicedir tanık olmadığım görüntüler: Balıktan dönen bir tekne kıyıya yanaşırken, sahile dizilen köpekler, kediler ve martılar… Ne kavga ne kargaşa, hepsi de rızkına razı, sırasını bekliyor adeta! Balık kasaları karaya indirilirken, her biri payına düşeni alıyor, sessiz anlaşmayı sadece tek tük martılar bozuyor. O anda neredeyse kırk yıl öncesinin anıları sökün ediyor. Çocukluk yaşantıları, yıllar boyunca tutkuyla okuduğum ada öyküleriyle, romanlarıyla iç içe geçiyor, kocaman bir özlem olup yüreğime düşüyor.

Tüm hayatımın geçtiği Beşiktaş’ta pek karşılaşmadığım insanlarla bir arada olduğum eski yazları da aynı gün anımsıyorum: Üst kattaki komşumuz Madam Sofi’yle artık adını hatırlayamadığım, ama yemyeşil, sürmeli gözlerini hiç unutmadığım tombul kızı, bahçedeki küçük evde yaşayan madam Eleni, sevimli oğlu Rubi, yanıbaşımızda Mevlut Efendi ile çocukları, oyun arkadaşlarım Adnan ve Aknur… Akşam üstleri, hava serinlemeye başladıktan sonra nohut oda bakla sofa evlerin önüne, sokağa çıkarılan rengi solmuş, eski şezlonglarda nefes almaya çalışan yaşlı komşuların aralarında Rumca konuşmaları, saklambaç oynayan biz çocukları tatlı-sert uyarmaları: “Başımızı şişirdiniz vire, az ötede oynasanız a!” Midye dolmaları, sakız reçelleri ve topiklerle mutfağımıza yeni lezzetler girmiyor yalnızca, farklı etnik ve dinî grupların, en çok da ellili yıllardan başlayarak nüfusu hızla azalmakta olan Rumların günlük hayatımıza kattıkları zenginlik az çok hissediliyor hâlâ…

Adaya gitmek, ‘dışarı’ya açılmak, anakarada asla karşılığı olmayan bir ‘yokülke’ye kavuşmak adeta. O düşler ülkesinde yapılan yolculuklar da bir o kadar etkileyici. Ormanda yürümek, kimi gün Değirmenburnu’ndan geçen kısa bir yürüyüş yapıp küçük turla yetinmek, kimi gün ille de büyük turu tamamlamak için ısrar etmek…  Ya da sandal kiralayıp kürek çekerek Kaşık Adası’na gitmek, su toplayıp yara olan avuçlarımla böbürlenmek: Her türlü sportif etkinlikte son derece beceriksiz olmama rağmen kürek çekebildiğimi kanıtlıyorum böylece! Adadaki yazlık sinemalarda her hafta değişen Türk filmleriyle çıktığım yolculuklar ise paha biçilmez. Gözyaşları, ‘N’olamaz!’ ve ‘N’ayır!’lar, onurlu genç kızlar, yürekli delikanlılar, ‘iyi’ler, ‘kötü’ler –ah, hayatı zehreden o kötüler…  Bu ülkenin gerçeklerine, uzağımdaki hayatlara yaklaşmamda çok önemli katkıları olduğuna inandığım çoğu mutlu sonla biten, kimi kırık aşk hikâyeleri…

Yıllar sonra Atina’dan, bu kez gerçekten uzun bir gemi yolculuğuyla ulaştığımız Rodos adasında tanıştığım barmenin sorusu karşısında önce afallayıp, hemen ardından sevince boğulmamın nedeni apaçık! Çocukluğu ve ilk gençliği İstanbul’da, Balat’la Burgazada arasında geçen, siyasi olaylar nedeniyle ailesiyle birlikte Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Stelyo onlarca soru soruyor bize ama bir sorusu var ki, çok can alıcı: Türkan Şoray güzel mi eskisi gibi, film çevirmeye devam ediyor mu hâlâ?

Anlaşılan Stelyo da o yılların Türk filmleriyle büyümüş; ilk aşkının Türkan Şoray olduğu hemen anlaşılıyor. İstanbul’dan, çocukluğunda gittiği sinemalardan söz ederken gözlerindeki coşku, gözyaşlarıyla gölgeleniyor. Son derece kısıtlı bir bütçeyle gittiğimiz Rodos’ta, Stelyo’nun ikramı değişik içkilerle, birbirinden nefis kokteyllerle çakırkeyf, bir İstanbul türküsü mırıldanarak dönüyoruz küçük pansiyonumuza. Geçmiş gün, unutmuş olabilirim, “Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık…” diyoruz belki de.

Günün birinde babasıyla birlikte İstanbul’a gelmeyi hayal eden Stelyo’yla bir süre yazışıyoruz, sonra iletişim kesiliyor. Rodos akşamı, ışıklı anıların arasında saklanıyor artık. Ayrıldıktan tam kırk yıl sonra, ‘Burgazada Reunion’ için Burgazada’ya dönenler arasında Stelyo’nun da olabileceğini ümit etmek ise yüreğime su serpiyor.

Belki de bu yolculuğu yazmalıydım, koca bir gemiyle Atina’dan Rodos’a gidişimizi, gecenin geç saatlerinde patlayan fırtınayı, kudurgan dev dalgaları, fındık kabuğu gibi yalpalayan gemide çıkan paniği… Sabaha karşı mide bulantısından bitkin düşüp uykuya dalışımızı, uyandığımızda durgun bir gölü andıran kıpırtısız, masmavi denizle karşılaşıp şaşırmamızı, Rodos’un uzaktan daha da muhteşem görünen kalesini, ortaçağdan kalma mahallesini, her köşesinden bir şövalye çıkacakmış duygusu veren daracık sokaklarını…. Ama insanın hayatı boyunca tek bir yolculuğu oluyor. Benim yolculuğum dönüp dolaşıp aynı yere, çocukluğuma, bir zamanların ‘yokülke’sine…

Don Kişot’un Sanço Panza’ya verdiği söz misali –savaşı kazanırlarsa onu şövalye yaparak bir ada armağan edecektir– sözler veren olmadı bana elbette, bugüne dek “Kazandım!” dediğim bir savaş da yok zaten. Ya da herhangi bir tarafın yenilgisi söz konusuysa kazançlar da anlamını yitirdiği için belki, tam anlamıyla kazanmış hissedemedim kendimi. Ancak yengilerle yenilgilerin iç içe geçtiği bu dünyada bir ‘ada’m oldu yine de. Baktık ki ömür geçiyor, yirmi beşinci evlenme yıldönümümüzde bir ada armağan ettik kocamla birbirimize: O bana, ben ona, karşılıklı, bir ada yazı ya da yaz adası…

Adaya yeniden dönüş böyle başladı, geçmişte bıraktığım ‘yokülke’nin izini sürdüğümün pek de farkında olmadan, bilinçsizce. Adaların içinden Heybeli’yi seçip doğrudan oraya gitmemizin nedeni de bu olsa gerek. Bazı rastlantıların etkisi de vardı kuşkusuz: O sıralar arkadaş olma yolunda hızlı adımlar attığımız bir tanışımızın –ki bugünlerin en sıkı dostlarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim–Heybeliada’da olması örneğin…

Yıllar yılı aynı kente, hatta aynı semte kapanmış bir yaşamanın ardından adaya tekrar gelirken neyin peşinde olduğumu çok iyi biliyorum: Ne anıları tasnif etmek gibi bir derdim var, “adaya götürülecek” ya da “götürülmeyecek” şeklinde (Selim İleri, Ada Her Yalnızlık Gibi romanında geçmişi götürmeyecekti adaya ama kalp kırıklığını götürecekti…), ne de tüm kırgınlıkları adada onarma, iyileştirme düşüncem. Biraz soluklanmak, beton duvarlardan uzaklaşıp denize yaklaşmak, kısa bir mola vermek istiyorum yalnızca.  Adadaki hayat, bir kez daha bilinmezlerle dolu bir serüven olacağını hissettirse de gizliden gizliye, kulak asmıyorum; yolculuğun ‘içeri’ye evrileceği aklıma bile gelmiyor henüz…

Ada yazı ya da yaz adası öylesine tılsımlı ki, kalıcı bir hayata dönüşüyor sonrasında. Doğayla tekrar iç içe yaşamak, baharı muştulayan mimozaların, tek tük kalmış da olsa erguvanların ardından boy gösteren, dokunsan dağılacak mor salkımlar, güneşi gördükçe coşan, hatta çıldıran yediveren güller, nihayetinde begonviller… Adaların sembolü sert poyrazı günden güne daha çok benimsemek, akşamüstleri artan rüzgârla sertleşen havanın geceleri yumuşamasına şaşırıp sevinmek, her seferinde “Hava kaldı!” diyerek gülümsemek, denizin rengine göre rüzgârın nasıl değişeceğini kestirebilmek, martıların çığlıklarından az sonra kopacak fırtınayı tahmin edebilmek, şiddetli lodoslarda dört bir yana savrulan eşyaların peşinden koşmak, çatıdaki terasımıza her yıl yuva yapan martı çiftini, yani Tahir ve Zühre’yi kollamak…

Prens Adaları’nın içinde bana en kendi halinde, alçakgönüllü, bir o kadar da vakur gelen Heybeliada’da her şey olanca yalınlığıyla yaşanırken, içten içe de derinleşiyor. Her yaz sonu kendini hissettiren hüzün, yaklaşan sonbahar, ‘yokülke’nin imkânsız bir düş olduğunu hatırlatıyor sık sık. ‘Yokülke’ye ulaşmak için gelinen adada hayal bile edilemeyecek bir cennet yaratıldığı sanılırken, hayat giriyor araya. ‘Yaz’ın bittiği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalınıyor, ‘yazın’a sığınmak da çözüm olmuyor kimi zaman. ‘Yokülke’nin gerçekten de yok olduğunu kabullenmek, zaman gerektiriyor galiba…

‘İçeride’ki buluşmalara bel bağlanıyor, sevinçli bir sabah ağır bir kederle buluşurken, hüzün yüklü bir akşamüstü bir anda şenliğe dönüşebiliyor. Hayat işte, yapacak bir şey olmuyor çoğu zaman, yokuş yukarı, sonra biraz aşağı, sonra yeni bir hamle. “Sisifos Söyleni” doğrulanıyor sıkça, Edip Cansever’in cânım dizeleri görünüp kaybolurken: “Biliyor muyuz, hayır, bilmiyoruz da / Acılarımızdan bir yaz kurduk onarıyoruz / Belki bir hazırlık bu başka yazlara / Yakın yazlara, uzak yazlara / Çünkü her şey eskiye kaldı, anılar bile / Her şey, ama her şey eskiye kaldı / Vakit yok bir daha yemyeşil eylül tramvaylarına.”


Yayınlanma Tarihi: 09 Nisan 2025  /  Son Güncellenme: 09 Nisan 2025


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.