Ada Sevdalısı İş İnsanı Murat Yasa ile Kitabı Kırmızı Tuğlalar ve Ada Hakkında Konuştuk
Murat Yasa’nın kitabı elimde. Adı Kırmızı Tuğlalar. Moda’da kırmızı tuğlalı bir evde başlayan yaşamdan aroma sanayi liderliğine uzanan uzun yolun öyküsü…Yasa aynı zamanda bir ada sevdalısı. Bu kitabın ilk tohumları da zaten Büyükada’da Yasa’ların Maden’deki evlerinde bir yaz akşamı yemeğindeki hoş bir sohbette ortaya atıldı.
Yasa, başarılı bir iş insanı. Aromsa’nın kurucusu. Ama asla sıradan iş insanı kalıbına uymayan biri. Bilgiyi, üretimi, yenilikçiliği yaşamının odağına oturtan ve tüm bunları vatan sevgisi, dürüstlüğü ve çalışkanlığı ile harmanlayan bir insan. Uzun yıllara dayanan bir dostluğumuz var Yasa ile. Gebze Organize Sanayi Bölgesi’nde ‘Üçüncü kızım’ dediği Aromsa’yı nasıl yıllar içinde örnek bir şirket haline getirdiğini yakından biliyoruz. Zaten 2018 yılında bağımsız bir danışmanlık şirketi tarafından ‘Türkiye’nin en iyi yönetilen şirketi’ ünvanını aldı.
Yasa Kırmızı Tuğlalar adlı kitabında kendi yaşam öyküsünü her yönüyle ele alıyor. Bu kitabı yazma amacını ise şöyle açıklıyor: “Bir işe sıfırdan girişip bunu maddi manevi ve entelektüel birikimim sayesinde kırk yılda hangi noktaya getirdiğimi anlatmak, parlak bir fikrin bile sadece çok çalışarak yolunu bulabileceğini vurgulamak… Ama bir yandan da yakın çevrem ile İlişkilerimdeki doğrular ve yanlışlarla birlikte yaptıklarımın nedenlerini açıklamak , belki de bir anlamda hesabını vermek…”
Bizim Yasa’yı ve kitabını tanıtmaktaki amacımız ise yaşamını ve şirketini “bilgi temelli” inşa etmiş örnek bir insanını daha yakından tanıtmak, kimilerine gerçekten rol model olmasını sağlamak.
Geçen yıl kırkıncı yılını geride bırakan Aromsa’yı hep Ar-Ge temeli üzerinde büyütüyor Murat Yasa. Dört yüz kadar çalışanının her zaman mutlu ve iyi yaşamasını ilke edinmiş, ender bulunan bir “sosyal” patron. Sadece çalışanlarının için değil onların ailelerinin de kişisel gelişimi için neler yapmıyor ki? Tiyatro ve konser etkinlikleri, çocuklara burslar, fabrika binası içinde kütüphaneler… “Bilgi temelli” fabrikalar, çoğunluğu kadınların oluşturduğu çalışanlar ve yöneticilerin %70’ini oluşturan kadın yöneticiler… Murat Yasa dünyayı izliyor, en iyisini yapma gayreti içinde, laboratuvarlarını sürekli yenileyip geliştiriyor.
Katma değer açısından Türkiye’nin ilk iki yüz elli şirketi arasında. Kocaeli’nde vergi ödeme konusnda ilk on içinde. Ar-Ge’ye ayırdığı pay cirosunun %6.5’u…
Kitabında yer alan şu söze dikkat çekmek istiyorum: “Hedefimiz Aromsa’nın olduğu piyasalarda aroma dendiği zaman akla gelen ilk isim olabilmekti. Amacımız değil hedefimiz demiş olmama dikkat çekmek istiyorum. İkisi arasındaki fark büyük. Zayıflamak istiyorum demek bir amacı ifade eder ama ’ben bu ay üç kilo vermek istiyorum’ demek hedeftir. Amaç geniş zamanla ifade edilir hedef yakın gelecektir…”
Ülkesini sorunlarını iyi bilen ve elinden geldiğince çözümlere katkıdan bulunan biri aynı zamanda. Türkiye’de genç kabiliyetli müzisyenlerini yetiştiren ve neredeyse kapanma aşamasına gelen İstanbul Filarmoni Orkestrası’na sahip çıkarak sponsorluğunu üstlenmesinden, sahipsiz köpek barınaklarına düzenli olarak yaptığı mama yardımlarına, şirketinin de bulunduğu Gebze OSB Meslek Lisesi’nin laboratuvarını kurmasına kadar…
Daha anlatmayalım, okumanız için size bırakalım. Şunu da söyleyelim: Kitabın tüm gelirleri Parıltı Görmeyen Çocuklara Destek Derneği’ne bağışlanacak.
Yazları adada geçiriyorsun ama Büyükada ile salt ada sakini olmanın ötesinde bir ilişkin var. Adanın sorunlarına çözüm de üretmeye gayret gösteriyorsun. Ada senin için ne anlam ifade ediyor?
Ada, bana bir anlamda doğup büyüdüğüm, çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği İstanbul’un Moda’sını hatırlatıyor. İnsanlar birbirini tanıyor, yardımlaşıyor, daha mütevazi bir çevre; doğa nispeten daha az saldırıya uğramış. Anne tarafımın bir kısmının hayatı orada geçmiş, mezarları orada. Tüm bunlardan Büyükada’ya ayrı bir sempati duyuyorum ve Ada’nın özelliklerini kaybetmesine neden olan veya olacak ter türlü aksaklığa tepki gösteriyorum.
Sana göre adanın temel sorunları nedir? Neler yapılabilir?
Türkiye de kanunlar yönetmelikler genelde sanki uygulanmasınlar diye yapılırlar. Bir kural konulduktan sonra onu denetleyecek mekanizmaların yerine oturtulmasını sağlayacak tecrübede ve iyi niyetli insanlar göreve getirilmedikleri için istenen amaca da ulaşılamıyor. Ada’da kaldırımların işgali yasaktır ama dinleyen olmadığı için kaldırımda yürümek neredeyse imkansızdır; sınırlı olan bisiklet sayısının çok üstündeki bisiklet ve elektrikli araçların belirli bölgelere girmesi yasak olduğu halde ve sorumsuzca kullanılmalarına rağmen bunlara mani olacak kişiler önlerinden vızır vızır geçen bu araçları huşu içinde seyreder ama tedbir almazlar. Ada sakini olmayan tatil günü ziyaretçilerinin etrafa çöplerini attıkları zaman uyaracak bir kontrol sistemi yoktur. Bunlardan yakınıldığı zaman da mazeret hazırdır: ‘ne yapalım dinlemiyorlar’. Bu konular hakkında yakındığım iki belediye başkanına ‘haftada bir gün işe gitmeyip kendilerine bilabedel koçluk yapmayı’ teklif ettiğim halde anlamamazlığa geldiler. Hatırlıyorum faytonlar kaldırılmadan önce faytoncuların atların dışkılarını bir tekmeyle yola dökmelerinin ne tür bir torba ile önlendiğini anlamak için Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde ve New York’ta fayton dışkı torbalarını incelemiş, Adalar’daki faytonlara en uygun olanının Viyana da kullanılanlar olduğunu görmüş ve tanesi 170 € dan altı adet numune yaptırıp zamanın Adalar belediye başkanına denemesi için vermiş, daha iyi kalitede olanlarının Türkiye de tanesi o zamanın parası ile 20 TL ye yaptırılacağını ve eğer kabul ederse tüm faytonlara gerekli miktarı karşılayacağımı söylemiştim. Netice: faytonculardan korktuğu için ikinci randevuya gelmemesi oldu.
Başka bir örnek vereyim: Maden’de çöplük haline getirilmiş bir arsayı Ada’da yaşayan yaşlı insanlara hoş vakit geçirmeleri ve çocuklu ailelerein çocuklarına oraya ekilecek ağaçlar hakkında bilgi vermeleri amacı ile düzenleyip belediyeye hibe edeceğimi söylemiştim ama yine türlü bahaneler ile atlatılmıştım. Bu tür kilometre saati doldurmak için göreve gelmiş veya seçilmiş yöneticilerle olumlu adımlar atılamaz.
Kitabında üçüncü kızım dediğin Aromsa’nın kırk yılı aşkın yolculuğunu son derece detaylı anlatıyorsun. Bu anlatı bir başarı öyküsü olmanın ötesinde anlamlar içeriyor. Okuyucuya vermek istediğin mesaj ne?
Türkiye Cumhuriyeti’nin menfaatlerinin ve dürüstlüğün her şeyden önde geldiği düşünce tarzının her daim vurgulandığı bir aile ortamında büyüdüm. Babamı hep kendime örnek aldım. Yukarıda bahsettiğim devlet memurlarından çok farklı bir yönetici idi. Kendi bakış açım da hep bu yönde gelişti. Aynı yaklaşım iş hayatımda ve insan ilişkilerimde belirleyici oldu. Benden sonra geleceklerin de beni şekillendirmiş olan bu ilkelere bağlı kalacaklarını düşünüyorum. Baba tarafımdan gelen mantıklı davranma, anne tarafımdan gelen daha duygusal yaklaşımlarla hareket etme biçiminin de karakterimde rol oynadığına inanıyorum.
Bu kitabı yazmaktaki amacım, yaşamın bana sunduklarını, anlattığım ilkeler doğrultusunda nasıl değerlendirdiğimi aktarmak, bir işe sıfırdan girişip bunu maddi, manevi ve entelektüel birikimim sayesinde kırk yılda hangi noktaya getirebildiğimi anlatmak, parlak bir fikrin bile sadece dürüst olarak ve çok çalışarak yolunu bulabileceğini vurgulamak, bu yol boyunca yaşadıklarımdan fikir alınabilmesini sağlamaktı.
Yazmaktaki amaçlarımdan biri de eşime, çocuklarıma, torunlarıma ve yakın çevreme, şimdiye kadar onlarla olan ilişkilerimdeki doğrular veya yanlışlarla birlikte yaptıklarımın nedenlerini açıklamak, belki de bir anlamda hesabını vermekti. Zira insanın aldığı her kararda, daha önce yaşadıklarının bir etkisi vardır. Onun içindir ki kitabın ilk kısmında özel hayatımı ayrıntılı bir şekilde tasvire çalıştım.
Bugün kabul edilen ortalama insan ömrünün %75-80’ini tamamladığımı düşünüyorum. Umarım, akıl ve fiziksel sağlığım yerinde olduğu sürece çalışmaya devam edebilme gücünü bulurum, her şeyimi borçlu olduğum ülkeme, bu topraklara ve ülkemin dürüst insanlarına olan borcumu ödemeyi sürdürürüm ve çocuklarım da üçüncü kızım Aromsa’yı benim bırakacağım seviyeden çok daha iyi seviyelerde torunlarıma aktarır ve Türkiye de aile şirketlerinin kısa ömürlü olduğuna dair inancı çürütürler. Amacıma ulaşıp ulaşmadığımın kararını benden sonra gelecek olanlar verecek.
Murat Yasa, Aromsa ve Türkiye… Birbiri ile iç içe geçmiş üçlü… Kendi yaşamını bir heykeltıraş titizliği ile inşa eden bir insanın, özellikle de bir iş insanın attığı her adımda, aldığı her kararda ülkesinin çıkarlarını gözeterek davranması ve büyük vatan sevgisi kitabın satırlarında hep önümüze çıkıyor… Ne dersin?
Geçenlerde bir profesörle konuşurken, kendisine devletin bir sürü teşvik verdiğini, bunların ülkeye yaptığı katma değerin hesaplanıp hesaplanmadığını sorduğumda bana verdiği cevap ‘siz teşvik kullanıyor musunuz?’ oldu. Bu kadar saçma bir cevabı beklemememe rağmen kendisine benim devletten aldığım teşvik sayesinde Aromsa’nın ortaya çıktığını söyledim. ‘Ve bu devlet bana ilkokulu ve üniversiteyi sizin babanızın veya dedenizin verdiği vergiler sayesinde bedava okuttu. Benim aldığım en önemli teşvik bu, şimdi ben Aromsa’nın yarattığı katma değerle devlete karşı mecburi hizmetimi yapıyorum’ dedim. Ne demek istediğimi anladığını pek zannetmiyorum ama ben vergileri ile beni okutan insanların çocuklarına, torunlarıma borcumu ödüyorum
Aromsa’nın 41. kuruluş yıldönümü olan 02 Şubat 2023 ve Cumhuriyetimizin ise yüzüncü yılında çıkan kitabımdaki hikayem, umarım her şeyimi borçlu olduğum ülkemin gençlerine faydalı bir kaynak olur. Büyük saygı duyduğum Cumhuriyet gazetesi yazarı Ali Sirmen’in bir sözü vardır: “İnsan oyunda rol aldığı sürece yaşlanmaz, seyirci olduğun an yaşlanırsın” der. Ben de var gücümle oyunda rol almaya çalışacağım hem bana destek olanlara hem de beni ilkokul ve üniversitede bedava okutan, her şeyimi toprağına havasına borçlu olduğum ülkeme mahcup olmamak için.
Çalışanların ile kurduğun ilişki ‘işini iyi yap-hakkını al’ın ötesinde. Sadece Aromsa çalışanlarının ile değil onların ailelerinin de kişisel gelişimleri senin için önemli. Tiyatro ve konser etkinlikleri, çocuklara burslar, fabrika binası içinde kütüphaneler… Neden?
Gençlerin iyi bir şekilde hayata hazırlanmalarında ve eğitimlerinde sorumluluklar devlete, ailelere, öğrencinin kendisine, öğretim kurumlarına, medyaya ve sanayicilere düşer. Halkın mutluluğunun anahtarı eğitim seviyesinin yükseltilmesinden geçmektedir. Eğitim seviyesi düşük ülkelerde, ekonomi de ahlak da gelişmez. Bizlerin ülkemizin eğitim seviyesinin yükselmesi için çalışmamız gerekiyor.
Biz böyle bir millet değildik, ne oldu da karakterimiz bu kadar bozuldu! Atatürk “Türk milleti zekidir, çalışkandır” diyordu. Bugün bunun tam tersi duruma düştük. Toplumda kurnazlık, çalışmadan para kazanma marifet gibi algılanıyor. Bir zamanlar tarımıyla övünen, kendi kendisini besleyen yedi ülkeden biri olmakla öne çıkan Türkiye, nasıl oldu da tarımda dışa bağımlı hale, tarım ürünlerini ithal eder duruma geldi? Hatırlarım, gençlik zamanımızda tarım ürünü ithalatını düşünmek bile yüz kızartıcıydı. Nasıl o noktadan, bugün yukarıdaki örnekte bahsettiğim genleri bozuk yaratıkların ülkesi haline geldi? Bunları hepimizin sorgulaması gerek.
Patron kelimesini sevmiyorum, ama mecburen kullanacağım; bir şirketin patronunun en önde gelen vazifelerinden biri, şirkette çalışanların mutlu olabilecekleri ortamı yaratacak maddi manevi olanakları sağlamaktır. Maalesef bizim ülkemizde patron dendiği zaman akla şirketin kazandığı parayı şu veya bu yolla kendi hesabına geçiren adam anlaşılıyor. Şirketler bilhassa belli bir büyüklüğü aştıktan sonra artık patronun malı olmaktan çıkmalı. O şirketin ortakları arasına, bayrağı altında üretim yaptıkları devlet, şirket çalışanları ve onların aileleri, sosyal çevreleri de girer. Kuruluşta tek başına şirket hâkimi olan patron, artık yeni ortaklarından olan ve bayrağı altında üretim yaptığı devlete vergi vermekle, şirket çalışanlarına insanca bir hayat yaşatmakla, onların eğitim ve hayat standartlarını yükseltmekle ve son olarak da şirketin faaliyetini sürdürdüğü çevreye zarar vermemekle, oranın gelişmesine katkı vermekle yükümlü hale gelir. Sevdiğimiz bir işte çalışmak ve çalıştığımız işyerinde mutlu olmak bu kadar zor mu?
Geçen gün Aromsa’yı ziyarete gelen bir yabancı dostum “burada herkesin yüzü gülüyor, çok iyi bir çalışma ortamı var, insanlar çok mutlu, burası bir fabrika değil bir felsefe” dedi. Ben Aromsa’yı kurmadan önce altı yıl profesyonel olarak, büyük bir holdingde çalıştım. Otuz iki yaşında genel müdürken Aromsa’da bu kriterlerin hepsini uygulamaya çalıştım. Tahmin ediyorum bu konuda büyük ölçüde başarılı oldum. Ama sizlere bir itirafta bulunayım, ben yurtdışında da çalıştım, eğer Aromsa’da sunulan olanakları bir AB ülkesinde veya ABD firmasında çalışanlara sunsaydınız, oranın çalışanları bizim insanlarımızdan çok daha mutlu olurlardı.
Çalışanlarımıza, eğer görevlerine saygı gösteriyorlarsa onların en iyi dostları olduğumu, ama kötü niyetli bir yaklaşımda çok sert olduğumu gösteririm. Bunu birkaç örnekle açıklayabilirim: Bir sabah dolaşırken işçilerden birinin işe tıraşsız geldiğini fark ettim. Hiçbir şey söylemedim, odama geldim, bir zarfa iki adet tıraş bıçağı koydum ve zarfın üstüne o bölümün şefi hanımın ismini yazıp yolladım. Hem şef hem de o arkadaş ne demek istediğimi anlamışlardı. O günden beri tüm fabrika işe tıraş olmadan gelinmeyeceğini, tıraş olmanın hem diğer arkadaşlarına hem de insanın işine karşı bir saygı unsuru olduğunu öğrendi.
Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, hayatımın her döneminde kitap benim için başvurabileceğim en güvenilir ve değerli bilgi kaynağı olmuştur. Bu sebeple de aroma sanayisine girdiğimden beri gerek yurtiçi gerekse yurtdışı ziyaretlerimde konuyla ilgili bilgi ve belge toplamaya devam ettim. Bu bilgi ve belgelerin sistematik bir şekilde kullanıma sunulması profesyonel bir işti. Böylece temelleri 1991’de atılan kütüphane koleksiyonu, zamanla genişleyerek 2007 yılından itibaren Aromsa’nın kendi özel araştırma kütüphanesi olarak bilgi belge merkezleri arasında yerini almıştır. Ayrıca yıl sonlarında şirketler yılbaşı ağacı süslerler. Aromsa’da ise her yıl sonu, biz çalışanların bağışladıkları kitaplarla bir yılbaşı ağacı yapar, daha sonra bu bağış kitaplarını bir sivil toplum kuruluşu (STK) desteği ile doğu illerimizde belirlenen ihtiyaç sahibi köy okullarına bağışlarız. Ayrıca yine her kış başlangıcı aynı STK’nın desteği ile belirlediğimiz doğu ilindeki birkaç köy okulu öğrencilerinin tümüne kışlık giysi ve bot yollarız.
1945 yılından sonra İstanbul’un kültür ve sanat yaşamında birçok ilkleri başararak, toplumun müzik hayatına katkılarda bulunmuş, ancak son yıllarda işlevini kaybetmiş İstanbul Filarmoni Derneği’ni yeniden canlandırmaya başlatmak için kurulan komite benden de kendilerine katkıda bulunmamı istediklerinde benim ideallerimle de çakışan bu isteğe hayır diyemedim. İyi ki de diyememişim, o sayede Aydın Büke, Murat Soylu, Cihat Aşkın gibi çok değerli, Türkiye’de klasik müziğin tanınması için büyük çabalar harcamış, konunun uzmanları ile tanışma fırsatım oldu. Ve 25 Kasım 2018’de Beyoğlu Emek Sineması’nda düzenlenen ilk Gala Konserinin sponsoru Aromsa oldu. Konserden elde edilen gelirle, geleceğin müzisyeni sekiz gence yurtdışında burs sağlandı. Şimdi de yine Cihat Aşkın yönetiminde İstanbul Genç Oda Orkestrasına sponsor oluyor, aynı zamanda Aromsa’da bir dizi konser vermeleri için her ay onları Suat Yasa Konferans Salonu’muzda ağırlıyoruz. Şahsen klasik müzik dinlemenin stresi azaltması, dikkati, verimliliği ve yaratıcılığı artırması gibi birçok faydası olduğuna inanıyorum.
Ayrıca münferit olarak, yine başarılı, eğitimlerini yurtdışında sürdüren geleceğin genç müzisyenlerine de burs veriyoruz.
Her yıl şirkette çalışanların ve müşterilerimizin memnuniyetlerini ölçmek için, şirket dışı kuruluşlara anketler yaptırırız. 2017 yılında çalışanlarımız için yaptırdığımız anket sonucunda, şirkette daha çok sayıda sosyal etkinlik yapılırsa çalışanlarımızın birbirleriyle daha iyi bir diyalog kurabileceklerini düşündükleri hakkında bazı geribildirimler aldık. Kendilerinden bu isteklerini somutlaştırmalarını istedim. Bunun üzerine bana gezi kulübü, dans kulübü, tiyatro kulübü gibi etkinliklerde yer almak isteyen kişilerin olduğunu ve benden maddi manevi destek beklediklerini söylediler.
Halihazırda fotoğraf ve kitap kulüpleri vardı, onlar iyi yürüyordu, ama spor salonuna devam edenler başlangıçta 30 kişiyken sayıları üç-dört kişiye düşmüştü. “Bu da geçici bir heves” dedim, ama hayatta insanların hep önünü açmanın onları geliştirdiğine inandığım için isteklerini kabul ettim. Ama bu isteklere bir sınır koymak da gerekliydi, sonuçta fotoğraf, kitap, spor, tiyatro ve gezi kulüplerinin olmasına birlikte karar verdik. Doğruyu söylemek gerekirse bana hedefe varması en güç etkinlik grubu, tiyatro kulübü gibi geliyordu. “Bir yönetmenle anlaştık, provalar yapıyoruz” dediklerinde, hep “bakalım ne zaman vazgeçecekler” diyordum. 15 Şubat 2019 akşamı sahnedeki başarılarını gördüğüm zaman, herkesin önünde onları hafife aldığım için kendilerinden özür diledim, teşekkür ettim, hem onları hem de yönetmenleri Gülabi Turan’ı kutladım. Ayrıca, genç arkadaşımız Alanur sayesinde benim ve şirketimizin Koruncuk Vakfı’ndan haberimiz oldu; gerek maratonda gerek bu etkinlikte onlara kaynak yaratmak için canla başla çalıştı. Tiyatro kulübümüz pandemiye kadar iki büyük oyun sergiledi ve her bir oyun beşer kez, salonda boş koltuk kalmayacak şekilde sahne aldı. Bu oyunların tüm geliri Koruncuk Vakfı’na bağışlandı. Çalışmaları tebrike şayandı.
Tepedelenli Ali Paşa’nın Kaşıkçı Elması’na kadar uzanan aile öyküsünden kitabında bahsediyorsun. Kısaca anlatabilir misin?
Ünlü Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın torunları dedem Necip Çaysar ve kardeşi Celal Çaysar’ın Yunanistan’daki durumun oraya yerleşik Türkler için kaygı verici olmasında endişelenip İstanbul’a gelişleri 1890’ların son yılları, 1900’lü yılların başına rastlıyor. Dedem Moda’da Yusuf Kâmil Paşa Sokağı’yla Atifet Sokağı’nın kesiştiği yerde, bir İngiliz mimar tarafından yapılmış Dawson evlerinden, merhum Barış Manço’nun evinin ikizi olan evi, daha temeli atılırken satın alıyor. Karşı komşumuz attığı kahkahalarla meşhur Madame Efterpi’nin söylediğine göre de, temelin her köşesine bir altın atıyor. Barış Manço’nun müze olarak düzenlenmiş ve ziyarete açılmış olan eviyle bizimki arasındaki fark, bizim evin hem daha büyük olması hem de Atifet Sokağı’nın neredeyse ortasına kadar uzanan kayısı, yeşil erik, incir, fındık, ceviz, ıhlamur ve nar ağaçlarıyla dolu iki süs havuzlu bir bahçede yer almasıydı. Ev, kırmızı tuğladandı. Bugün Aromsa’nın tüm duvarları da aynı kırmızı tuğladan… Tıpkı çocukluğumu yaşadığım yılları bugün evim, ailem bildiğim Aromsa’nın duvarlarını da tüm çalışma arkadaşlarımla birlikte tek tek emek emek kırk bir yıl boyunca ördük.
Tepedelenli Ali Paşa 1744 yılında, Arnavutluk’un Tepedelen kasabasında doğmuş. Zengin ve nüfuzlu bir ailenin çocuğu olmasına rağmen 1758 yılında babasının öldürülmesinden sonra aile, nüfuzunu büyük ölçüde kaybetmiş. 1768 yılında zengin bir paşanın kızıyla evlenmiş ve Osmanlı Devleti’nin hizmetinde hızla yükselmiş.
1788 yılında Yanya Valiliği’ne getirilmiş. O sıralar Yunanistan’da Osmanlı’ya karşı başlayan bağımsızlık hareketlerini sert önlemler alarak bastırmış. Tepedelenli Ali Paşa gücünü otuz beş yıl sürdürmüş. Ancak gücünün artması Osmanlı Devleti’ni endişelendiriyormuş. 1822 yılında II. Mahmud zamanında öldürülmüş, başı kesilip İstanbul’a gönderilmiş. Tepedelenli Ali Paşa’nın ve oğulları Ahmet Muhtar, Veli ve Salih Beyler’in kesik başları Zeytinburnu Silivrikapı mezarlığındaymış. Mezar, önceleri torunları Nazif Bey tarafından bakımlı olarak tutulmuş ancak onun ölümünden sonra üstlerine başka definler de yapıldığı için, mezar taşları altında kimlerin olduğu belli değil. Ali Paşa’nın esas zenginliği çiftlik haline getirdiği köylerden aldığı, o yıl ele geçen mahsulün 1/3’üne eşdeğer vergilermiş. Tarih kitaplarında yer alan unvanları Yanya Sultanı veya Müslüman Bonapart. Kendisiyle ilgili başka bir konu da Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan 86 karatlık Kaşıkçı Elması’nın Tepedelenli Ali Paşa’nın hazinesinden saraya geçtiği rivayetidir.
Kaşıkçı Elması, Napolyon Bonapart’a aitmiş. Napolyon tutuklanıp Elbe Adası’na hapsedilince, annesi elması satılığa çıkarmış, ondan da Tepedelenli Ali Paşa elması ikinci eşi Vasiliki’ye almış. Ali Paşa’nın Vasiliki’ye aşkı o kadar meşhurmuş ki bu konuyla ilgili bir de opera yazılmış. Uzun aramalardan sonra bu operanın bir CD’sini bulmayı başarmıştım.
Kendini Arnavut kabul eden Ali Paşa’nın dört kuşak üst dedesi, Arnavutluk’un fakir Tepedelen köyüne yerleşen, Kütahya’dan işlediği bir kusur sonucu kaçan ya da kovulan Nazif isimli bir Mevlevi imiş. Arnavutlar genelde yabancılara pek güvenmemelerine rağmen, köyün Türkçe bilen tek kişisi Nazif’i, Türkler’le ilişkilerinde tercümanlık yapsın diye içlerine kabul etmişler. Nazif’in üç kuşak sonraki torunlarından Veli’nin evlendiği sert karakterli ikinci eşi Hanko’dan iki çocuğu olmuş; biri Şehinsa isimli bir kız çocuğu, diğeri ise Ali (Tepedelenli) isimli bir oğlan çocuğu imiş.
“Arnavutlar, genellikle uzun boylu, adaleli ve ince belli olur, bellerinin inceliği bellerine sardıkları kumaştan ileri gelir, profilleri yakışıklı ve gerçek Grek hatlarına sahiptirler” demiş Baron de Vaudoncourt.
Ali ile 1809 yılında karşılaşan Byron’un ise Arnavutlar için “Bellerinde tabanca ve divitlerini (kalem kutusu ve mürekkep hokkası bir arada bulunan yazı takımı) taşıdıklarını, mevsime ve duruma göre vücutlarındaki tüm donanıma rağmen hayatları boyunca dağlara tırmanmaya alışık olduklarından çevik ve tetik olduklarını, ödlek saydıkları efendileri sarıklı Türkler’in ağırlık ve vakarı ile bunların enerji ve heyecanı arasında büyük bir tezat olduğunu, çok sık yıkanmadıkları için koktuklarını, güç şartlar altında yaşamaya alışkın olduklarından seyrek olarak hastalandıklarını, yiyeceklerinin genellikle bitkisel olduğunu, müziği ve dans etmeyi çok sevdiklerini, kendilerine İşkiptar (İngilizcesi Skiptares) dediklerini, dinsiz olduklarını, meslekleri sorulunca hırsızlık olduğundan bahsettiklerini, intikam almanın haklılığına inandıklarını” yazdığını, orijinali William Plomer’in Diamond of Janina adlı eserinin Murat Belge tarafından Türkçeye çevrilen Yanya Sultanı isimli kitabından öğrendim. Daha çocuk yaşındayken babasını kaybeden Ali’yi annesi Hanko tam bir eşkıya gibi yetiştirmiş. Ali Paşa, meşhur Fransız yazar Alexander Dumas’yı da etkilemiş ve Le Comte de Monte Cristo (Monte Kristo Kontu) isimli eserinde Ali Paşa’dan bahsetmiştir.
Yayınlanma Tarihi: 05 Nisan 2023 / Son Güncellenme: 06 Nisan 2023
Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.
Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.
Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.