İÇİNDEKİLER
Sayı 211 – Ocak 2023


Paylaş
Tüm Sayılar      2023      Sayı 211 – Ocak 2023      Büyükada’nın En Güzel Abisi

Büyükada’nın En Güzel Abisi


“Büyükada’nın En Güzel Abisi”*

Türkiye’nin en önemli ve kitapları en çok satan yazarlarından biri olan Ahmet Ümit’i, bu yazıyı okuyanlar arasında tanımayan yoktur diye düşünüyorum. Bu nedenle uzun cümlelerle kim olduğunu ya da edebi kimliğini anlatmayacağım. Ancak şu bilgiyi vermenin özellikle önemli olduğunu düşünüyorum; kendisinin ifadesi ile bugüne kadar korsan baskılar dahil, kitapları on milyondan çok satmış. Ondokuzu roman olan toplam yirmi altı eseri onlarca dile çevrilmiş. Biz adalılar açısından en heyecanlı kısmı ise üç sene önce Büyükada’ya taşınarak buradaki komşularımızdan biri olması. Ben de komşuluk hatırına sığınarak kapısını çaldım ve adalı Ahmet Ümit ile konuşmak istedim. Son derece yoğun temposu içinde zaman ayırmayı kabul etti ve kendisiyle adalı olmaktan yeni projelere uzanan bir söyleşi yaptık.

Aslında sizle konuşacak çok şey var ama sohbetimizin çerçevesini adalılık üzerine kuralım istiyorum. Öncelikle adaya geliş hikayenizi anlatabilir misiniz? Pandemi döneminde geldiniz diye biliyorum?..

Evet pandemide geldim. O zaman herkes gibi biz de evde bunaldık ve daha rahat bir yere gidelim istedik. Adada bir ev kiralayalım dedik ve geldik. Ben başlangıçta çok emin olamamıştım, çok hareketli bir hayatımız var, adada yapamam diye düşünüyordum. Zaten ne ofisimi kapattım ne de İstanbul’daki evi. Yine de geldik bir deneyelim dedik. Ev o kadar hoşumuza gitti ki, enfes bir şey oldu. Şöyle ki benim çocukluğum Gaziantep’te geçti,  dedemin büyük bir bahçesi vardı. Dutluk deriz biz Antep’te, kocaman yani cennet gibi bir yerdi. Her türlü meyve ağaçları,  işte dut, erik, şeftali ağaçları vardı. Bahçenin içinde de böyle bir yüzme havuzu gibi bir yer bulunuyordu. Yüzme havuzu değil de tarlayı sulamak için yapılmış bir şey. Bir çocuk için düşünün yani o kadar mutluydum ki orada. Adaya geldiğimde de aynı duyguyu hissettim.  Öyle bir cennete geldim gibi oldu yani benim için. Muhteşem bir duygu.

Bir de burada çok iyi yazmaya başladım. Mesela Kayıp Tanrılar Ülkesi’ni burada bitirdim. O kitaptan gelen parayla da taşındığımız bu evi aldık. Eski ev sahibimiz Yusuf Bey “Burayı ben size satarım” demişti daha evi kiralarken. Ben de “niye alayım” falan demiştim ama evi aldık sonunda. Buraya geldikten sonra iki kitap yazdım. Ada hayatı verimi de çok artırıyor.

Gelen giden olmuyor mesela. Ayrıca İstanbul’da çok dağılıyorsunuz, burada geniş bir zaman var. Sabah akşam belki bir yürüyüş yapıyorsunuz, rahat yani o açıdan çok çok mutluyum. Bir de anlamaya, kavramaya çalışıyorum ada hayatını. Ve mümkün olduğu kadarıyla da ada kültürüne dahil olmaya çabalıyorum. Söyleşilere, imza günlerine katılıyorum yani adalardaki kültürel yaşama olumlu anlamda müdahale etmek ya da yapabileceğim ne varsa yapmaktan yanayım. Çünkü bu bir kültür, ada kültürünü korumak diye bir durumumuz olduğunu düşünüyorum. Pandemi döneminden bu yana dört etkinlik yaptık yapmaya da devam edeceğim.

Uzun yıllar öncesinden de anılarınız var bir de…

On dört yaşından, otuz yaşına kadar bayağı profesyonel devrimciydim ben ciddi olarak. Ön safta yer aldım, hakkını da verdim. Namuslu da geçen bir süreçte oldu. O zamanlar işte buraya gelirdik eğitim için. Ben eğitim bürosunun sorumlusuydum. Arkadaşlara eğitim veriyoruz, sokaklarda yürürken de bu büyük evleri filan görüyoruz. “Devrim olsun bu evlerden herkese vereceğiz” diye şakalar yapardık. Kendi aramızda paylaşırdık, “o ev senin bu ev benim” diye.  O günler geliyor aklıma.

Siz daha önce Fıstık Ahmet ile yaptığınız bir söyleşide üç adada yaşayan üç yazarı konuşmuştunuz, özellikle de yazarlar ve adalar arasındaki bağı sormuştunuz. Siz bir yazar olarak nasıl bir bağ kurdunuz adayla, adadaki yaşamla? 

Bir kere deniz benim için çok önemli. Bunu öncelikle söylmek isterim. Onun yanı sıra adalar, bence İstanbul’un o eski kültürünün yoğun olarak, bu kadar bozulmaya rağmen, en saf şekliyle yaşadığı yerlerden biri. Eskiden İstanbul’da da böyle yerler vardı. Balat, Kurtuluş, Şişli, Arnavutköy vardı. Fakat ne yazık ki Osmanlı İstanbul’u diyeceğimiz, o eski İstanbul yok artık. O zamanlar çok güzeldi çünkü orada çok seslilik, çok kültürlülük vardı. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler çok farklı dilden, çok farklı dinden, inançtan insanlar yaşıyordu. Bu da aslında Osmanlı’nın emperyal geleneğinden kaynaklanıyordu. Benzer yapıyı Selanik’te görüyorduk örneğin. Bir miktar İzmir’de ve İstanbul’da da Pera’da görüyorduk. İşte bahsettiğim bu duygunun şimdilerde en yoğun olarak yaşandığı yer adalar hala. Burada o eski İstanbul, Osmanlı İstanbul’u, eski kültür bir şekilde devam ediyor ve o kültür beni çok çekiyor.

Adalarda yaşamanın bir diğer anlamı da burada aslında anıt yazarlar var. Bildiğiniz gibi üç önemli anıt yazardan söz edebiliriz, her biri de tuhaf bir şekilde farklı bir adaya gitmiş. Sait Faik Burgazada’da, Hüseyin Rahmi Heybeliada’da, Reşat Nuri Güntekin ise Büyükada’da yaşamış. Bu geleneği sürdürmek yani o yazarlar silsilesinin bir devamı olarak adada yaşamak da bana hoş geldi. Sanırım Orhan Pamuk burada ve başka yazar dostlarımız, arkadaşlarımız var. Böyle bir yapının olması, bir geleneğin sürdürülmesi, kendi adıma böyle bir zincirin halkası olmak da kıymetli bir şey.

Sabah kalktınız, sonrasında adada bir gününüz nasıl geçiyor? Rutininiz var mı mesela?

Ben kahvaltıdan sonra yazarım. Bazı yazarlar gece yazarken, ben kahvaltıdan sonra, kafamın en açık olduğu zaman yazarım. Saat bire, ikiye kadar sürer çalışmam. Sonra çıkıp bir alışveriş için yürüyerek aşağıya, çarşıya inerim. Alışveriş yaparım öğleden sonra da beş gibi yürüyüşe çıkarım. Dil Burnu’na kadar ya da başka yerlere gücümün yettiği kadar yürüyorum. Bu rutini çok seviyorum. Yazın tabii durum değişiyor. Hafta sonu pek evden çıkmıyorum daha doğrusu çıkamıyorum çünkü çok kalabalık oluyor. Denize girmek istersem aşağıda sahilde bir iskele var orayı kullanıyorum. Esas rutinim böyle bir şey Komşularım da çok iyi, herkes sessiz sakin. Hayat böyle devam ediyor yani.

İstanbul’a gidip gelmek için hangi yolu kullanıyorsunuz? Özellikle tercih ettiğiniz bir yol var mı?

Çok acil işim olursa deniz taksi kullanıyorum. Dragos’a gidiyorum. Ya da Bostancı’ya gidip Bostancı’dan Marmaray’ı kullanıyorum. O da o hızlı bir yöntem çünkü. Rahat ve iyi bir günümdeysem şehir hatları vapurunu daha çok tercih ediyorum. Hem kitap okuyabiliyorsun hem de çok rahat. Adanın ruhu yavaşlık demek, İstanbul’daki o hızlılık burada yok. O yavaşlık güzel bir şey ve ben çok seviyorum. O yüzden Şehir Hatları vapuru da bu yavaşlığa uygun bir ulaşım aracı.

Gitmekten keyif duyduğunuz özel yerleriniz var mıdır adada?

Bizim evden yukarı doğru çıkınca, tepeye doğru bir yol var. Böyle arada toprak bir yol. Hatta o yolu takip ettiğiniz zaman yetimhaneye gidiyor. Orada kimse olmuyor. Hem manzara çok güzel hem de yürüyüş için çok iyi bir yol. Oraya gidiyorum, orada bir bank var ona oturup düşünüyorum bazen. Kimse beni görmüyor, ben de kimseyi görmüyorum. Aşağılarda çok fazla tanıdık insan çıkıyor, genelde rahatsız olmuyorum bundan ama düşünmek istediğim zaman adanın ıssız yerleri daha çok hoşuma gidiyor.

Burada tabii Fıstık Ahmet’in yerine gidiyorum sıklıkla. Buradaki balıkçı dostlarımız var, onlarla zaman geçiriyorum. Yaz aylarında bazen Splendid’de akşam yemekleri oluyor. Oraya gitmeyi çok seviyorum. Bir de arada Anadolu Kulübü’ne gidiyorum. Ada yaşamı böyle bir şey zaten ama sadece Büyükada ile yetinmek de istemiyorum, Burgaz’a, Kınalı’ya ve Heybeliada’ya da gitmeyi seviyorum. Belki YouTube’da adalar, buradaki kültür, tarih üzerine bir şeyler yapmak istiyorum. Bir de tabii asıl olarak burada geçen bir roman yazmayı çok istiyorum.

Ben de tam bunu soracaktım. Var mı aklınızda bir proje?

Adadaki hayat beni bir yazar olarak çok besliyor öncelikle onu söyleyeyim. Kitap meselesine gelince, Agatha Christie’nin romanlarında bir özellik vardır. Bilirsiniz. Yani yalıtılmış bir yer vardır; burası bir otel, bir gemi, bir tren ya da bir ada olabilir. Belki bir Agatha Christie parodisi gibi ama altından acı bir cinayetler silsilesi yazmak lazım adada yaşanan. Aklımda dönenip duruyor. Ancak böyle hani yazayım olsun diye değil de gerçekten bir baş yapıt olsun istiyorum bu kitap. Aynı zamanda bütün yönleriyle, derinliğiyle adayı anlatan bir roman olsun. Benim kitaplarımda evet bir cinayet vardır ama o cinayet açıldıkça bir kültürel ya da pek çok kültürel koridora girer ve o koridorda gezmeye başlarız, bir tür labirent oluşur. Böyle bir şey düşünüyorum ada romanı için de. Ancak bunun için zamana ihtiyacım var, hemen yarın olmaz.

Biraz daha nüfuz etmem, biraz daha ruhunu hissetmem lazım adanın. Ben yaklaşık üç senedir buradayım ama biraz daha çalışıp okumalıyım ada üstüne.  Ondan sonra böyle bir şey yazmayı çok istiyorum.

“Adalı olmak” diye bir mesele var. Sonradan yerleşenler çok da “adalı” değildir bazılarına göre. Siz tecrübe ettiniz mi bu farkı?

Burada hakikaten bazı ilk kez duyduğum şeyler var. Mesela “iyi yazlar olsun” diye bir şey var. Ben bunu hayatımda ilk kez burada duydum. Yani bu ne demek? Demek ki insanlar yazın geliyor. Anlıyorum ne olduğunu. Ya da “İstanbul’a ineceğim” diyorlar. Vapur saatlerine göre ayarlıyor herkes kendini. İşte lodos büyük mesele, ya da sis, fırtına. Bunlar günlük hayata dair ama onun ötesinde tabii adalı olmanın daha derin bir şey olduğunu zannediyorum ben, ya da  olması gerekir; bu da bir kültür aslında. O kültür de derin İstanbul’dur. Yani Doğu Roma’dır örneğin ya da Osmanlı’dır. Ben Gaziantep’te doğdum. 1978 yılında on sekiz yaşında İstanbul’a geldim ama bugün pek çok “İstanbullu”dan daha fazla “İstanbullu” olduğumu düşünüyorum. Bu şehre karşı sorumluluklarımı yerine getirdim. Bu şehri anlatan romanlar yazdım. Ve bir çok insan  bu şehri benim romanlarımdan okudu Kitaplarımı ders kitabı olarak çocuklara okuttular. O yüzden adalı olma ruhunu bu açıdan da anlamaya çalışıyorum. Tabii günlük hayatta da burada kendimi hiç yabancı hissetmiyorum. Onu da söyleyeyim.

Adanın olmazsa olmazları, hayvanları ile aranız nasıl peki?

Hayvanlarla aram çok iyidir.. Çok severim kedileri köpekleri. Bir kedim vardı Leyla, onu da buraya getirmiştim, burayı çok sevmişti, İstanbul’a dönmekten nefret ediyordu, adada kalmak istiyordu hep ama maalesef kaybettim. Burada da mama alıyorum sokaktaki kedilere ve köpeklere. Akşam üstü çıkıp onları besliyorum, özellikle kışın çok aç kalıyorlar. Kirpilerimiz, martılarımız, kargalarımız çeşit çeşit kuşlarımız var. Onları dinlemek çok güzel, çok mutlu oluyorum hayvanların varlığından.

Az önce yetimhaneden bahsettiniz. Binanın şimdiki hali ben dahil bir çok insanın vicdanını sızlatıyor. Gün be gün gözümüzün önünde yok olup gidiyor. Siz neler hissediyorsunuz o eriyip giden binaya bakınca?

Aslında yetimhanenin bugünkü hali, simgesel olarak bizim çok kültürlülüğümüzün maalesef yıkılmış halini gösteriyor. Yani gerçek bir simgedir o. Bu çok kültürlülüğü ben çok önemsiyorum çünkü bugün insanlık bir virüs ile karşı karşıya. Koronavirüs değil bahsettiğim ırkçı, dinci bir virüs. Sadece Türkiye’ye özgü değil, Rusya için de, Amerika için de Avrupa için de çok yaygın olan bir yaygın bir ırkçılık ve bu ırkçılığa paralel akan bir dincilik maalesef devam ediyor. Bizim ülkemizde de bu yaygın ve çok kabul görüyor. İnsanlar kolayca buna sarılıyorlar. Osmanlı’nın benim övmeme de ihtiyacı yok ama şöyle bir realite var ki Osmanlı dönemindeki çok kültürlülük, çok dillilik, çok dinlilik gerçekten takdire şayandı. Eksikleri olabilir, aksaklıklar olabilir ama insanlar kendi kültürlerini koruyarak yaşayabiliyorlardı. Ne yazık ki işte şimdi Cumhuriyet döneminde bu konuda çok iyi sınavlarımız maalesef yok. Daha ileri bir toplum, daha ileri bir devlet olmasına rağmen bu konudaki karnemiz pek sağlam ve temiz değil maalesef. Böyle bir sıkıntımız var. Yetimhane de işte bu durumun maalesef yıkımhane olarak, yıkılmış hali olarak simgesi diye düşünüyorum. Gerçekten içim sızlıyor  geçerken onu gördüğümde. O çocukların seslerini duyar gibi oluyorum. Belki işte kitapta bu da anlatılabilir yani.

Eklemek istediğim bir şey daha var. Şimdi bu şehir projesini gerçekleştirenler yani Türkiye’de Türk bir burjuvazi yaratmak meselesi. Azınlıkları kovmak, onların mallarına çökmek, işte 6-7 Eylül’de yaşananlar, Varlık Vergisi. Bütün bu bunlar o dönemki devletin içindeki bir aklın projesi. Peki, bu projeler acımasızca, zalimce hayat geçirildi. Sonuçta ne oldu? Türkiye ne kazandı gerçekten? Ya da tekrar düşünelim, bütün bu olaylar yaşanmasa ne olurdu? Şu anda Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmiş olurdu. İstanbul müthiş bir yer olurdu ama kimse bunu sorgulamıyor. Biz bundan kaybettik, kazanmadık. Yani Türkler olarak kazanmadık.. Cumhuriyet olarak kazanmadık. Şimdi bu durumu sorgulamak gerekmez mi? Bence bugün yaşadığımız bütün meselelerin temelinde bu var, o yüzden insan o binaya baktığında gerçekten içi acıyor.

Başka nelerin değişmesi gerektiğini düşünüyorsunuz adada? Neler rahatsız ediyor sizi?

Ben öncelikle bu atlar meselesine çok sevindiğimi söylemeliyim çünkü o benim için çok üzücüydü. Bir kere bir fayton kazası görmüştüm; o atların haline içim acımıştı. O yüzden o değişime çok mutlu oldum. Öte yandan adayı daha fazla korumamız gerektiğini düşünüyorum. Mesela bir köşk görüyorsunuz, binanın aslını bozup bölmüşler içinden beş daire çıkarmışlar. Üzücü bütün bunlar. Yıkılmakta olan evlerin  devlet tarafından satın alınıp restore edilmesi gerekiyor. Mesela Troçki’nin evi, daha önce bahsettiğim yazarların evlerinin korunması, elden geçirilmesi lazım.  Bunlara sahip çıkmamız lazım.

Bir de bence çok önemli bir mesele; evet burası turizm bölgesi ama en büyük tehdit de bu meseleden geliyor. Bayramlarda adaya bedava ulaşım inanılmaz bir sıkıntı. Bedava vapur uygulmasının kaldırılması lazım. Yanlış anlaşılmasın, insanların buraya gelmesine asla karşı değilim ama burası korunması gereken bir yer. Burası bir mücevher.  Tabii ki adalara insanlar gelsin ama bunun da bir üslubu, adabı olması gerekiyor. Aksi takdirde bir istilaya dönüşüyor ve bu durum adalara çok zarar veriyor. Hatırlasınız geçen yaz Heybeli’de yangın çıktı mesela. Şimdi ormanı polis, zabıta korumaya çalışıyor. Yani burada yalnış giden bir şey var.

Adanın da sosyolojik yapısı yıllar içinde çok değişti. Çok göç aldı ve bu da kimileri için rahatsızlık verici bir durum. Sizin bu konuda gözlemleriniz oldu mu?

Sosyolojik yapı kesinlikle çok değişmiş ama ülke genelinde olayların yaşanış şekline baktığınızda değişmesi de çok normal. İstanbul değişti. Antep değişti. Türkiye değişti. Yani göç geliyor ve değiştiriyor. Asıl mesele bazı normlar oluşturmak ve insanların bu normlara uyması. Örneğin New York’a gittiğin zaman, orada New Yorklu olmaktan gurur duyuyorlar. Berlin’e gidin ya da başka bir Avrupa şehrine, Berlinli, Parisli,  Londralı olmaktan gurur duyuyor orada yaşayanlar ve o şehrin normlarına uymaya çalışıyorlar. Bizde de böyle olması gerekiyor ama işte o normlar olmadığı için dışardan gelenler kendi kültürlerini getiremiyorlar. Burada kendi kültürlerini yaşayamıyorlar ve ortaya bir kasabalılık çıkıyor. Kasabalılık en korkunç şey. Şu anda ülkede genele hakim olan kültür, kasabalılık ve var olan iktidar da o kasabalıların iktidarı aslında. Yani ne eski kültürü var ne de artık İstanbullu şehirli olmanın kültürü var. İkisinin arasında kalmış bir şey. Bir geçiş dönemi, bir ara dönem belki. Aslında bütün dünyada var bu değişim. İnsanlar göçüyorlar çünkü yaşamak istiyorlar. Bir taraf çok zengin bir taraf çok fakir. Fakirler daha iyi olanaklar elde etmek istiyorlar ve sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde bu göç hareketi devam ediyor. Değişiyor yani buna engel olmaya çalışmak da biraz ayrımcılığa girer bence.

Sizinle konuşurken edebiyattan, yeni projelerinizden bahsetmeden geçmek olmaz tabii ki. Şu anda üzerinde çalıştığınız yeni bir kitap projesi var mı?

Şimdi bir Nevzat romanı yazmak istiyorum. Kafamda bir Nevzat hikayesi oluyor ama sonra başka konuları yazıyorum, her yıl arka arkaya çıkmıyor. Şimdi de bir Nevzat romanı yazıyorum. şu anda ülkede çok önemli bir mesele var. Uyuşturucu meselesi. eskiden Türkiye bir geçiş ülkesiydi, uyuşturucu baronları, uyuşturucu tacirleri, Türkiye’yi bir köprü olarak kullanıyorlardı. Artık Türkiye bir hedef ülke oldu, inanılmaz bir yaygınlık var maalesef, ortaokullara kadar indi uyuşturucu kullanımı. Biraz bunu anlatmak istiyorum bu Nevzat romanında.

Siz çok üretken bir yazarsınız. Nerdeyse her yıl bir kitabınız çıkıyor ve çok yoğun bilgi var bu kitapların, romanlarınızın içinde. Nasıl bir tempoda çalışıyorsunuz

Hakikaten çok üretiyorum. Bir kere öğrenmeyi çok seviyorum ben. Yani öğrenmenin aslında bizi ayakta tuttuğuna inanıyorum dolayısıyla öğrenmek istediğim şeyleri yazıyorum. Mesela bu topraklardaki Antik Yunan nedir? Bunu bilmiyordum, o yüzden dedim ki ben en iyi nasıl öğrenirim? Yazarak öğrenirim. Böylelikle Kayıp Tanrılar Ülkesi’ni yazdım. Ya da Fatih Sultan Mehmet örneği. Duyuyoruz ama kulaktan dolma işte. Bunu öğrenmem lazım dedim, oturdum Sultan’ı Öldürmek’i yazdım. Böyle olunca da yazmak için okumak değil, aslında zevk için okumak oluyor. Yazarken de büyük bir mutluluk ve zevkle yazıyorum. Çabuk da yazabiliyorum belki onun avantajı da var. Bu iyi midir, kötü müdür bilmiyorum ama benim yapım bu yani. Hızlıyım yani hiperaktif bir halim var galiba. O yüzden buna denk düştü ve böyle bir formül, yazma formu ya da yazma periyodu oluşmaya başladı.

Son olarak da 2023’ten beklentilerinizi sormak istiyorum. Nelerin gerçekleşmesini umut ediyorsunuz yeni yılda?

Elbette 2023’ü bir umut yılı olarak görüyoruz açıkçası. Son yirmi yıldır Türkiye’de yaşananlar, her şeyi çok geri götürdü. Hukuksuzluk, tek düşünce, tek ses, tek ideoloji, tek adam egemen olmaya başladı. Ve bu aşağıya doğru yayılmaya başladı. Şimdi artık halk da hissediyor çünkü hukukun, adaletin olmadığı bir yerde ekonomi de iyiye gitmiyor. Dolayısıyla önümüzde bir seçim var ve bu seçimin iktidar değişikliğine yol açmasını umuyoruz ve bunun için çabalamak gerekiyor. Bir de tabii şöyle bir anlamı var şimdi. 2023, Cumhuriyet’in yüzüncü yıl dönümü. O büyük Osmanlı Devleti yıkıldı ve yerine bir yeni bir devlet kuruldu. Fransa’da olduğu gibi. Fransa bu işi yaptı, bir cumhuriyet kurdu ve bu demokratik bir cumhuriyete dönüştü. Fakat biz demokratik bir cumhuriyete dönüşemedik. Yüz yıldır, asıl sorun, asıl sıkıntımız sıkıntımız bu. 2023’ün demokratik cumhuriyete dönüşme anlamında önemli adımların atıldığı bir yıl olacağını ummak istiyorum.

*Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi romanına atfen 


Yayınlanma Tarihi: 05 Ocak 2023  /  Son Güncellenme: 05 Ocak 2023


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.