Paylaş
Tüm Sayılar      2023      Sayı 216 – Haziran 2023      Yıllar Önce Basında Adalar: Haziran 1938

Yıllar Önce Basında Adalar: Haziran 1938


Her yıl olduğu gibi yaz başlangıcında Adalar’a ulaşım ile ilgili haberler gene gazetelerin sayfalarını dolduruyor. Yaz tarifelerindeki yenilikler ve ek sefer talepleri haberlerin başlıca konularını oluşturuyor. Yazın gelişiyle Adalar’a giderek artmaya başlayan ziyaretçi yoğunluğunun doğurduğu sorunlar da haberlerin önde gelen teması oluyor.

Adalar’da kamu hizmetlerinde ortaya çıkan sorunlar da gazetelerin ilgi alanına girmeye başladı. Büyükada Telgrafhanesi ile ilgili bir haber ve bu haberin ardından ortaya çıkan gelişme önemli görünüyor.

Akşam gazetesi Haziran ayı boyunca Adalar’ın tarihine ilişkin uzun bir yazı dizisi yayınlıyor. Yürük Çelebi imzasıyla yayınlanan bu yazılar tarihte yaşanan olaylar o dönemde nasıl ele alındığını göstermesi açısından çok ilginç görünüyor. Yazılarda zaman zaman rastlanan küçümseyici, üstten bakan ifadeler ve hamaset dönemin havasını bütün açıklığıyla yansıtıyor gibi. Bu bakımdan oldukça uzun olmasına rağmen bu yazı dizisini olduğu gibi vermeyi uygun gördük.

1938 Haziran ayının gazetelerindeki gezimize buyurun.


Yaz tarifesi

Akay bazı değişiklikler yapacak

Akay işletmesi köprünün adalar iskelesinde başladığı islahat işlerini bitirmiştir. Yolcuların vapura girip çıkmaları yeni tertibatla intizama sokulmuştur. Vapurlara giren ve çıkan yolculara ayrı ayrı yerler tahsis edildiği gibi yüklerin yolu da ayrılmıştır.

Akay yaz hazırlıklarına da devam etmektedir. Yaz tarifesinde bazı tadilâta lüzum görüldüğü için tatbikatın bir müddet daha gecikeceğl anlaşılmaktadır. 15 hazirandan itibaren dairelerde çalışma saatleri 8 de başlayıp 14 de biteceği cihetle geçen senenin tamamen zıddına olmak üzere öğleden sonra adaIara fazla vapur kaldırılacaktır. Yapılacak tadilât da bu husustadır.

Akşam, 7 Haziran 1938, Salı


Yaz gelmedi mi?

Akay hâlâ yaz tarifesini tatbike başlamadı

Akay işletmesi yaz tarifesini hâlâ tatbik etmiyor. Bunaltıcı sıcaklar çoktan başlamış ve herkes sayfiyelere gitmiştir. Akayın yaz tarifesini tatbik etmemesi haklı şikâyetlere sebep oluyor.

Bilhassa Adalar bu sene çok kalabalıktır. Yaz icaplarına uygun bir vapur tarifesine şiddetle ihtiyaç vardır. Akayın yaz tarifesini hazırladığı haber verilmektedir. Tarife hazırlandığı halde neden tatbiki için 20 haziran tarihi beklenilmekte ısrar ediliyor? Akayın nazarı dikkatini celbederiz.

Akşam, 15 Haziran 1938, Çarşamba


Akay yaz tarifesini ne zaman tatbik edecek?

 

Akay işletmesinin yaz tarifesini hâlâ tatbik etmediğinden şikâyet ediliyordu. Bu şikâyetler alâkadarlarca haksız görülmemiştir. Ancak Akay geçen seneler olduğu gibi, bu sene de yaz tarifesini temmuza doğru tatbik etmeği önceden kararlaştırdığı için hazırlıklarına da ona göre başlamış ve vapurların çoğunu havuza çekmiştir. Ufaktefek tamirler gören, sürat temini için altları temizlenen vapurlar pek yakında Haliçten çıkacaktır. Akay bu sene yaz tarifesini mümkün olduğu kadar erken tatbike çalışmaktadır.

Şirketi Hayriye 23 haziranda tatbike karar vermiştir.

Akşam, 16 Haziran 1938, Perşembe


Akay yaz tarifesini tatbik etmeğe başlıyor

Bu sene ilk defa olarak vapurla mehtap gezintileri tertip edilecek

Akay işletmesi her sene temmuzda tatbik ettiği yaz tarifesini bu sene sıcakların erken başlaması ve halkın da arzusu üzerine 22 hazirandan itibaren tatbike karar vermiştir. Vapurların havuzlanmaları 22 hazirana kadar bitirilecektir.

Bu sene göç te erken başladığı için bilhassa Ada vapurları çok kalabalık olmaktadır. Bu ciheti ehemmiyetle göz önünde tutan Akay işletmesi 20 haziran pazartesi gününden itibaren direkt postalarına başlıyacaktır. Direkt postalar ikiye ayrılmıştır. Bir vapur saat tam 18 de Köprüden kalkacak ve Heybeli, Büyükadaya uğradıktan sonra Yalovaya gidecektir. Saat on sekizi beş geçe ikinci bir vapur köprüden hareketle hiçbir yere uğramadan doğruca Büyükadaya gidecektir.

Köprüden saat 18 de hareket ederek Yalovaya kadar giden vapur geceyi orada geçirecek, ertesi sabah Büyükadaya gelecektir. Bu vapur saat tam 8 de Büyükadadan hareket ederek hiçbir yere uğramadan doğruca Köprüye gelecektir.

Giriş, çıkış tanzim edildi

Yüklerin yolcular arasında çıkarak halkı rahatsız etmemesi için Köprüdeki Adalar iskelesinde yapılan tadilat bitirilmiş ve uzatılan parmaklıkların boyanmasına başlanmıştır. İskelede yapılan tâdilat halkın vapurlara girişini ve iskelelere çıkışını da tanzim etmektedir. Parmaklıkların uzatılması ve yolcuların bulunacakları sahanın genişletilmesi de izdihama mâni olmaktadır.

Mehtap gezintileri

Akay işletmesi, halkın Adalara rağbetini göz önünde tutarak bu sene ilk defa olarak vapurla mehtap gezintileri tertibine karar vermiştir. Mehtap gezintileri 14 temmuzdan  17 temmuza, 12 ağustostan 15 ağustosa ve 9 eylülden 11 eylülle kadar olmak üzere her ay üçer gece sıra ile devam edecektir. Mehtap gezintileri gündüzden Büyükadaya ve Heybeliye gelen, vapuru kaçıran veya geç vakte kadar Adalarda kalmak istiyenlerin İstanbula ve yahut Anadolu yakasına geçmelerini temin edecek şekilde hazırlanmıştır. Büyükadadan saat 21,50 ve 24 te birer vapur kalkacak, Heybeliye uğradıktan sonra Bostancıya gidip tekrar Büyükadaya dönecektir. Bostancıdan bir tramvay arzu edenleri İstanbula dönmek üzere Kadıköyden kalkacak olan 1,20 vapuruna yetiştirecektir.

Akşam, 17 Haziran 1938, Cuma


Yaz tarifesi

Akay tarifesini bugün tatbike başlıyor

Akayın yaz tarifesi bugün, Şirketi Hayriyenin de yarın sabahtan itibaren tatbik mevkiine girecektir. Her iki tarifede  de halk lehine büyük kolaylıklar yapılmıştır. Bu sene gerek Akay, gerek Şirketi Hayriye sayfiye yerlerinden köprüye bilhassa cumartesi ve Pazar akşamları mümkün olduğu kadar geç vakit vapurlar kaldırmak esasına sadık kalmışlardır. Bu sayede sayfiye yerlerinde geç vakte kadar kalarak uzun müddet eğlenmek mümkün olacaktır.

Fakat âdi günlerde son vapurlar gene pek erkendir, pazar günleri adalara ve Boğaziçine sabahtan öğleye kadar sık sık vapurlar işliyecektir. Akşamüzeri de tarife harici ilâve postalar ihdas edilmiştir.

Akşam, 22 Haziran 1938, Çarşamba


DENİZ İŞLERİ

Akayın yaz tarifesi

Akay idaresi her sene temmuzda tatbik edilen yaz tarifesini bu ayın 22 sinden itibaren tatbik edecektir. Bu tarihten itibaren, Adalar ve Yalovaya da doğru postalar tertib olunacaktır. Akşamları 18 de Köprüden kalkacak bir vapur, doğru Heybeli ve Büyükadaya, oradan da Yalovaya gidecek, Yalovadan sabahları Adaya gelecek bir posta da Büyükadadan saat 8 de kalkarak doğru Köprüye gelecektir.

Akay idaresi temmuzun 14 – 17, ağustosun 12 – 15 ve eylülün 9 – 11 inci günleri arasında geceleri saat 21,5 ve 24 te Büyükadadan kalkacak bir vapurla Ada halkını mehtab tenezzühlerine çıkaracaktır. Bu vapur Heybeli ve Bostancıya da uğrıyacaktır.

Cumhuriyet, 17 Haziran 1938, Cuma


İstanbulun sayfiyeleri

Bu sene adalara fazla rağbet var

Geçen pazar günü Akay adalar için elli beş bin bilet sattı

Adalara, Anadolu yakasına, Boğaziçine ve Sirkeci – Çekmece banliyösüne haziran başlarında göç edenlerin neden az olduğunu alâkadarlardan sorarsanız size şöyle cevab verirler:

– Malûm ya, mektebler henüz tatil yapmadılar. Daha çocuklar imtihan verecekler. Siz baba olsanız, İstanbuldaki evinizde rahat rahat dersine çalışan çocuğunuzun bunca zamandır öğrenebildiklerini göç sevdasile zihninden kaçırmıya teşebbüs eder misiniz ?

Cevab makul. Fakat bu sene için değil. Bu yıl yaz yukarıdaki iddiayı tekzib edercesine erken geldi. Sıcaklar bastırdıkça mekteb tatilini düşünenlerin azaldığı, çocuklarının zihninde toplanan malûmat kırıntılarını göç esnasında denize serpmek tehlikesine rağmen kendilerini sayfiye yerlerine atan ailelerin çoğaldığı görülüyor. Bu yaz bütün sayfiye yerleri rağbette…

– Hayat pahalıdır, diye tedbirler alınırken bu iş nasıl oluyor?

Gibi bir sual sormayın. Her işin elbet bir kolay tarafı vardır. Mesele onu bulup çıkarmakta. Hakikat şudur ki İstanbul halkı hava almak ihtiyacile sayfiye yerlerine koşuyor. Bu hâdise refaha delil ise hepimizin gözü aydın…

Sayfiye kiraları artıyor

Bir mal fazla rağbet gördü mü, sahibi nazlanır ve malın kıymeti yükselir. Sayfiye yerlerine rağbet çoğalınca havalı yerlerde ev kiralan da yükselmeye başladı.

Adalardan başlıyalım. Kınalı daha ziyade yaz kış meskûndur. Bu adaya göç edenler azdır. Burgaz son senelerde yeniden rağbet görmeye başladı. Burgazı en çok Rum vatandaşlar seviyorlar. Ve, Adaların en pahalı evleri de Burgazdadır. Bunun sebebi orada kira evlerinin az olmasıdır.

Bütün Adalar ve Anadolu yakasındaki sayfiyeler Büyükadayı taklid ederken Heybeli, namütenahi sessizliğile garib, boynu bükük halini muhafazada devam ediyor. Heybeli heyeti umumiyesile eski bir sayfiye yeri olarak kalmakta niçin ısrar ediyor? Buna hiç kimse derhal, kestirme bir cevab veremiyor. Yalnız bu nevi şahsına münhasır adanın eski evlerinin boş kalmadığı muhakkak .. Konforu sevmiyenler, gürültüden hazetmiyenler kendilerini Heybeliye atıyorlar.

Heybelide üç odalı bir katın mevsimlik kirası 120 liradır. Daha ehven bir kat ararsanız size: “Bundan ucuczu can sağlığı” derler. “Mevsimlik” tabirinin manası “dört aylık” demek olduğuna göre evin kirası 30 liraya gelir.

Heybelide son senelerde bazı konforlu evler yapılmıştır. Fakat bunların adedi 7 – 8 kadardır. Mevsimlik kiralan evine ve konforuna göre 300 – 450 lira arasındadır. Heybelide ev mevcudü de 800 kadardır.

Adalarda inşaat az

Umumiyetle adalarda inşaat azdır. Bunun başlıca sebebleri arasında “susuzluk” mühimdir. Harcın muhtac olduğu suyu tedarik etmek pahalıya mal oluyor. İki teneke su 7,5 kuruştur. Toptan alınacağına göre 5 kuruştan hesab etsek gene mühjm yekûn tutar. En çok ev yapılan ada Büyükadadır.

Büyükada adeta istanbulun Holivutu gibi bir şey… Yalnız film stüdyoları yok… İskele meydanı akşam üzerleri bir insan pazarı halini alıyor. Çeşid çeşid kıyafetler, genç kadın vücudlerinin bir kısmını güçlükle örtebilen dar rengârenk elbiseler gözleri kamaştırıyor.

Büyükadada yaşlı erkekler bile gençleşiyorlar. İskele başından Nizama kıvrılan Piyasa asfaltında başaçık, ceketsiz, kollar sıvalı saçlar – varsa eğer – itina ile taranmış bir aşağı, beş yukarı dolaşarak hava atıyorlar.

Bazı delikanlılar, bütün harekâtı ve kıvrak kıyafetlerile kendileri farkında olmıyarak genç kızları andırıyor ve bir kısım kadınlar da tepeden tırnağa kadar mankene benziyorlar.

Büyükadada ev kiraları Heybeliden pahalıdır. Onu da konforuna bağışlamak Iazım geliyor. Lüks evlerin yazlığı 600 – 700 liraya kiralanıyor. Yazlı kışlı tutulan evler daima karlıdır. 250 – 300 liraya başlı başına bir ev kiralamak mümkündür. Koca evde altı ay kış geçirildikten sonra yazın evin yarısı 150 liraya kiraya verilir. Bu suretle yaz kış oturana ev ucuza mal olur. Adalarda oturanların ekserisi de böyle yapıyorlar.

Adaların derdi

Adaları güzelleştirme cemiyetinin kulakları çınlasın.

– Senede bir kaç defa çiçek muharebesi yapmakla adalar güzelleşmez… diyorlar.

Evvela adaların, adalıların derdlerini halletmek lazım geliyor. Su derdi en baştadır. Ben 26 yaşımdayım. Gazete okuyabilecek çağda iken havadisler arasında adalara su temini için çalışıldığını okurdum. Gazetelerde çalışmağa başladıktan sonra bir kaç defa ayni havadisi yazmak bana da kısmet oldu. Fakat hala adaların su derdi halledilmedi. Bununla beraber çalışılmıya devam edildiğini duyuyoruz. Zaten adalıların yegâne tesellisi de bu…

Vapur, tarif e işlerinde Akayın çalışmaları inkâr edilemez. Almanyadan yeni vapurlar gelince sür’at te temin edilecek ve adalar komşu kapısı olacakmış! Tramvayla Fatihten Taksime gitmekle Köprüden Büyükadaya kadar uzanmak arasında pek fark bulunmıyacağı anlaşılıyor. Çünkü yeni vapurların direkt postaları 35 dakikada Büyükadaya gidebilecek.

Ne kadar yolcu gidiyor

Bu sene sıcakların erken başlaması pazar günleri herkesi sayfiye yerlerine koşturuyor. Satılan biletlerin adedi de bunu göstermektedir.

Meselâ geçen pazar Akay 55,000 küsur bilet satmıştır. Akay vapurlarile seyahat eden bu 55,000 kişinin 27,000 kadarı adalar yolcusu, 28,000 i de Kadıköy ve Haydarpaşa tarikile Anadolu yakasına geçenlerdir. Adalara haziran içinde adi günlerde seyahat edenler de vasati olarak 12,000 ve Haydarpaşa, Kadıköyüne 26,000 kadardır. Haziran içinde herhangi bir gün bu kadar yolcu nakledildiğine göre temmuz ve ağustosta yolcu adedinin çoğalacağı muhakkaktır.

Necmi Erkmen

Akşam, 23 Haziran 1938, Perşembe


Haklı şikâyetler

Büyükadada oturanlar saat 7 den sonra telgraf çekemiyorlar

Son günlerde Büyükadada oturan birçok karilerimizin kâh mektupla, kâh telefonla, hattâ arasıra gazetemize kadar gelerek bildirdikleri şu müşterek şikâyetlerini dinliyoruz:

“Her yerde olduğu gibi Büvükadada da bir posta, telgraf merkezi var. Fakat bu posta, telgraf merkezi saat yedi oldu mu, kapısını kilidler. Bu saatten sonra Adadan mektup göndermek değil, bir telgraf çekmek dahi kabil değildir.

Mektup ne ise, çünkü onların yola çıkarıldıkları saatler muayyendir. Fakat telgraf?.. Başımız sıkıldığ zaman uzak yerlerle yegâne acele muhabere vasıtası olan telgraf muhaberesi Büyükadada ancak saat yediye kadar mümkündür. Bu saati geçirdiniz mi, eliniz, kolunuz bağlı kalır ve ertesi gün saat sekizi beklemek mecburiyetindesiniz.

İnsan, telgrafı zaruri bir ihtiyaç üzerine çeker. Bu ihtiyacın zuhur edeceği saat esasen malûm değildir ki postanenin mesai saatine uydurmağa çalışsın… Bizleri çok müşkül vaziyetlerde bırakan bu halin alâkadar makamlara ulaştırılmasını dileriz.”

AKŞAM: Büyükada sakinlerinin hakkı vardır. Biz öyle zannediyoruz ki postahanelerde telgraf muhaberesi saatle mukayyed değildir, mektup gişeleri kapandıktan sonra yalnız teIgraf için sabaha kadar bir memur bulundurmak usuldendir. Şehir içinde bazı küçük posta merkezlerinde telgraf memuru bulundurulmuyorsa bile Büyükada gibi kalabalık nüfuslu ve geceleyin şehirle irtibat için her türlü nakil vasıtasından mahrum olan bir yerin postahanesinde muhakkak bir telgraf memuru bulundurulması icab eder. Bunun olmaması halkı hakikaten müşkül vaziyetlerde bırakabilir.

İstanbul posta telgraf müdürlüğünün Büyükadalıların bu müşkülünü izale edeceğinden emin bulunuyoruz.

Akşam, 9  Haziran 1938, Perşembe


Büyükada Telgrafhanesi

Geceleri yirmi dörde kadar telgraf alacak

Büyükada telgrafhanesinin akşamları saat 19 dan sonra telgraf almadığından bahsetmiş ve Büyükadalıların pek yerinde olan şikayetlerine tercüman olmuştuk.

Bu şikâyetimizin ne suretle telâkki edildiğini öğrenmek üzere dün Posta ve Telgraf başmüdürlüğüne müracaat ettik. Bize verilen malûmata göre, gazetemizin bu husustaki şikayeti pek yerindedir. Ancak son zamanlarda bazı idari zaruretler dolayisile Büyükadadaki memur, başka bir yere naklettiği için Büyükada gişesi memursuz kalmış ve bu yüzden telgrafların geceleri alınmaması kararlaştırılmıştı.

Başmüdürlük, halkın şikâyetlerine vasıta olan (Akşam) ın neşriyatı üzerine bu noksanı telafi ettiğini ve dün akşamdan itibaren geceleri saat yirmi dörde kadar telgraf alınmağa başlandığını bir muharririmize söylemiştir.

Başmüdürlüğün bu alâkasına teşekkür ederken Büyükada gibi mühim bir merkezde bundan sonra bu kabil ârızalara raslanmamasını temenni ederiz.

 

Akşam, 16 Haziran 1938, Perşembe


Adalar iskelesinde bir boğulma

Bu sabah köprünün Adalar iskelesinde bir boğulma vakası olmuştur. Köprü üzerinde satıcılık yapan Hristo zabıtaya müracaat ederek, meçhul bir adamın, iskele açıklarında çırpına çırpına boğulduğunu ve bir daha da su yüzüne çıkmadığını söylemiştir. Zabıta, şimdi bu meçhul mağrukun kim olduğunu araştırmaktadır.

Akşam, 16 Haziaran 1938, Perşembe


Boğaz, adalar ve Anadolu yakası haritası

Şehrin Boğaz, Adalar ve Anadolu yakasın aid mufassal haritaların biterek tasdik edilmek üzere Nafia Vekâletine gönderildiğini yazmıştık. Nafia Vekâleti bu haritaları tasdik ile Belediyeye iade etmiştir.

Evvelce İstanbul, Beyoğlu haritaları yapılmış ve basılmıştır. Bu sefer tasdik edilen paftalarla İstanbul şehrinin bütün haritaları tamamlanmıştır. Haritalar bilhassa imar plânın tanziminde çok işe yaramaktadır. Tasdik edilen paftalar yakında Belediye tarafından bastırılacaktır.

Akşam, 27 Haziran 1938, Pazartesi


Doğru Değil

Adalar halkına zulmediliyor

Adalarda sıtma mücadelesi yapılmaktadır. Malûm olduğu üzere bu cidalin esası, sivrisinek sürfesi yetişebilecek yerleri temizlemekle başlar. Öğrendiğimize göre, Adada çalışan heyet de böyle yapmak istemiş amma, işe «mikrob girmesin diye adamın boğazını tıkamak» kabilinden bir tedbirle başlamış: Yani Adalardaki evlerin sarnıçlarına mazut döktürüyormuş.

Gene bildiğimiz veçhile, güzel Adaların en büyük felaketi susuzluktur. Bu feci mahrumiyet kısmen bazı evlerdeki sarnıçlarla telafi edilmeğe gayret edilir. Sarnıçlar kapalıdır, harici tesirlerden mahfuz tutulur, sahiblerinin yegâne suları olduğu için de temiz bulundurulmasına son derece itina olunur. Binaenaleyh ne buralarda sivrisinek sürfesi bulunmasına maddi imkân vardır, ne de onlara mazut dökülmesine ihtiyaç. Esasen mücadele kanunu mazut dökülecek mahalleri «açık yerler» diye sarahaten tesbit etmiştir. Şu hale göre heyetin yapmak istediği şey Adalar ahalisini susuz bırakmaktan başka bir netice veremez.

Sıtma mücadele heyeti gene Adalarda, kapalı lağımları açarak oraları da mazutlamak niyetinde imiş. Bu tedbir dahi hem beyhude, hem manasızdır. Her kapalı şeyi açmakta isabet olmadığı meydanda iken, kapalı lağımlar gibi – fenalığı olsa bile örtülüp kalan – yerleri açıp da ortalığa pislik yaymak alabildiğine abes bir harekettir.

Adalar halkına bu suretle iki defa zulmetmek:

Doğru değil!

Cumhuriyet, 18 Haziran 1938, Cumartesi


Veremle Mücadele Cemiyetinin deniz gezintisi

İstanbul Veremle Mücadele cemiyeti dün şirketin 71 numaralı vapurile Adalarda ve Boğazda bir tenezzüh tertib etmiştir. Davetliler iskelelerden vapura bindikten sonra 71 numara, Heybeli Çamlimanına gitmiş, orada vapurdan ayrılan bir heyet verem sanatoryomuna giderek hastalara büyük bir buket vermiş, ve iadei afiyet temennisinde bulunmuştur. Sanatoryomdaki hastalar bu cemileden mütehassis olmuşlar ve hastane bahçesinden – kopardıkları mebzul karanfil demetlerini vapura göndererek halka dağıttırp teşekkürde bulunmuşlardır.

Tenezzüh gece geç vakte kadar eğlence içinde devam etmiştir.

Cumhuriyet, 19 Haziran 1938, Pazar


Heybelide Bir Santral Kuruldu

Telefon idaresi tarafından kurulan Heybeliada telefon santralı dünden itibaren çalışmıya açılmıştır.

Heybeli, Burgaz ve Kınalıadalarındaki bütün aboneler bu santrala bağlıdır. Santralın numarası 58 dir. Bu santralla beraber Büyükada santralı da çalışmıya devam edecektir.

Tan, 21 Haziran 1938, Salı


Burgaz ve Kınalıya Elektrik

Nafia Vekâleti, senelerdenberi yapılan müracaatları gözönünde tutarak Burgaz ve Kınalıya elektrik tesisatı yaptırarak cereyan vermeye karar vermiştir. Alakalı mühendisler, bu iş için şimdiden tetkiklere başlamışlardır.

Tan, 23 Haziran 1938, Persembe


BELEDİYEDE:

Adalarda Ve Boğazda Plajlar Kurulacak

Şehrin iklim ve coğrafi vaziyeti itibarile muhtelif şartlara, rüzgâra ve cereyanlara tabi olarak şehrin bir çok yerlerinde plajlar tesis edileceğini gören Prost, bu bakımdan tetkiklere başlamıştır.

Floryada olduğu gibi şehrin Anadolu yakasında, Adalarda ve Boğazın muhtelif noktalarında büyük ve modern plajlar kurulacaktır. Şimdi bu plajların yerleri etüt edilmektedir. Bunlar tesbit olunduktan sonra her biri için ayrı ayrı birer su şehri projesi yapılacaktır.

Tan, 27 Haziran 1938, Pazartesi


Burgazda 50 metremurabbalık fundalık yandı

Dün saat on beşe doğru Burgazadasında Papas mektebi civarındaki fundalık tutuşmuş ve elli metre murabbaı kadar bir saha yandıktan sonra söndürülmüştür.

Akşam, 13 Haziran 1938, Pazartesi


Eski ve yeni İstanbul

İstanbul topraklarında yaşamış en muhteris kadın

62 yaşında üçüncü defa olarak gelin olan Zoe, Bizans tahtının hakiki bir Messalini idi

Geçen yazımda, Büyükadanın kadınlar manastırını anlattım. Niyetim, Bizans prenslerine, prenseslerlne zindan olan diğer Ada manastırlarındali fecaiyie de birer birer geçmek, bu bahsi üç beş yazıda tamamladıktan sonra, İstanbulun başka semtlerini, eski eğlence yerlerini, âdetlerini ve esnafının yaşayış ve çalışmasını mukayeseli bir şekilde anlatmaktı. Fakat neler yazdığımı gözden kaçırmıyan bir müdekkikin:

– Yazıklar olsun Yürük Çelebi!.. Büyükadanın Kamares manastır harabelerine kadar geldin de, bu kadınlar zindanile taallûku olan en mühim hadiseyi atladın! – demesinden korktum.

Filhnkika, dinmek bilmiyen şehvet ve ihtiraslarile, entrikacılığı ve zalimliğile Bizansın Messalini olan imparatoriçe Zoe’de, ateşin hayatının husufu mesabesinde olan üç dört ayını burada, yegâne manzara olan Sedef adasının hüznünü seyrede ede geçirmiştir.

***

Zoe, muhterisliğe büyük annesi Teofano’dan, hainliğe de babasından tevarüs etmişti. O Teofano ki, aşığına ikinci kocasını öldürtmüştür. Babası imparator yedinci Kostantin’in zalim tıynetini ise şu hadiseyle ölçmeli: İhtiyar halinde ve ölüm döşeğinde iken, maruf asilzadelerden Romen Argir’i yanına çağırdı:

– Kızım Zoe’yi sana münasip gördüm. Ya alırsın, yahud da gözlerini kör ettiririm. İki şıktan birini seç – dedi.

Halbuki adamcağız, sevdiği bir kadınla evliydi. İhtizar halinde bulunan imparator, müstakbel damadına, bu müthiş fermana boyun eğmek için, ancak üç beş saatlik bir mühlet bıraktı.

Bereket karısı, Romen’in aşkı uğruna bir fedakârlıkta bulunarak, saçIarını kesti de rahibeliğe sülûk edip ve böylelikle izdivaç zincirini çözüp kocasını felâketten kurtardı…

Kurtarmak da sözün gelişi ya… 0 da başka…

Zira vakta ki Zoe, diğer hemşiresi olan Teodora ile birlikte 1028 senesinde tahta geçti; bu tarihten itibaren havsalanın almıyacağı bir şekilde azıtıverdi. Bu kadın 48 yaşına kadar, mukaddes sarayın harem dairesinde, hadımlar arasında bakire olarak kalmış bulunuyordu. Altmışındaki Romen Argir, asil tavırlarına rağmen onun birdenbire havalanan aşk ve hevesini tatmin edemedi.

Kocası da esasen onu, kendisine yamanmış bir zevce telâkki ediyor, ancak ordu ve kilise işlerile ugraşıyordu. Zoe ise, kaybedilmiş gençlik çağını telafi için, bu yaştan sonra havsalanın almıyacağı delilikler yapmağa başladı. İlk işi hemşiresini atlatmak, onu Haliç sahilindeki Petrion manastırına kapatmak oldu. Sonra kendine seçtiği müteaddid “âşıklar” arasında aşağı tabakadan yakışıkIı, delişmen bir oğlanı büsbütün benimsedi. Bu adam yalnız yalan yere ilânı aşk ettiği için değil, kelimenin tam mânasile kalpazanlık ediyordu: Çünkü Romen’in maiyetindeki biraderi hadım Yanl’ye sırtını .dayamış, imparatoriçenin aşkiIe de kendini sigortaladıktan sonra, artık kimseye ehemmiyet vermiyerek kalp para basıyordu . Meğer adam aynı zamanda sar’alıymış amma, illeti sonradan sarpa sardı…

Mişel ismindeki bu yaman herifle Zoe, ne de olsa kendileri için bir tehlike teşkil eden Romen’in vücudunu ortadan kaldırmak niyetile, yavaş öldürücü, sinsi bir zehiri ona sundular. Bu yaşlı fakat yakışıklı asilzadenin, kısa bir zaman içinde yüzü gözü şişti; saçları, dişleri döküldü; vücudünde pul pul yaralar açıldı ve takati kesilen adamcağız yataklara serildi.

Çok geçmeden sönüp gidecekti amma, âşıklar bu aheste ölümü bekliyemediler. 1034 senesinin nisanında, Romen, cildini tedavi için hamama girmişti; imparatoriçenin adamları onu orada bastırarak başını suya soktular; bir müddet öylece tuttular; boğulduğunu sanarak çekildilerse de, asilzade, sadece bayılmıştı. Zoe, kocasının yatağı başında akşama kadar sahte göz yaşları döktü; ve geceleyin alelâcele patriği çağırdılar.

Patrik ölüm halinde bulunan Romen’e dini dualar yapmak için davet olunduğunu sanmıştı. Halbuki:

  • İmparatoriçemizin zevci vefat etti; kendisi Mişel’le evlenecek! – haberini aldı.

Kalpazan, imparatorluk kisvesini ve erguvani kumaştan mamul ananevi ayakkabıları giydi; ve elli üç yaşındaki imparatoriçeyle birlikte tahta cülûs etti.

Fakat hakikatte Bizansın mukedderatına hâkim olan, mahud hadım ve Mişel’in kardeşi Yani idi; sade onun dediği dedikti; hükümdarlar, bu müstebidin iznini almaksızın hiç birşey yapamıyorlardı. Bahusus ki, Zoe’nin kocası sar’a nöbetlerile sarsıldıkça sarsıldı. Bir nevi cinnete, – dini cinnete – uğramıştı: Sanki seyyiatından dolayı pişman olmuş gibi, manastır manastır dolaşmağa, karısını ihmal etmeğe ve ancak tarikat erbabile ülfet etmeğe koyuldu. Keşişleri sarayında barındırıyor, onların ellerini eteğini öpüyor. onları kendi tahtında oturtup yatağında yatırıyor; kendisi ise yırtık pırtık elbiseler giyerek kuru tahtalar üzerinde son demlerini geçiriyordu.

Dini cinnetinin son safhasında nihai olarak manastıra girdi. “Lebeau” gibi bazı müverrihler, bu inzivayı, imparatorun karısından illâllâh diyerek kaçması suretinde tefsir ediyorlar amma, inanmak lâzım mı, bilinemez.

İnanılacak bir şey varsa, o da Zoe’nin bu halinde iken bile kocasına hâlâ meftunluğuydu. Nitekim, ona hoş görünmek üzere, yeğeni genç Mişel’i kendine varis seçti. Bunda entrikacı Yani’nln de dahli olmadı değil. Zira, yengesinin ihtiyarlığını görerek, bu sefer de, genç Mişel vasıtasile hükümranlığında devam etmek istiyordu.

Zoe, kocasını o derece sevdi ki, meczubun manastırda can verdiğini işitince derhal koştu. Fakat Mişel onu yanına kabul etmedi. Bu sefer, bizzat imparatoriçenin aleyhine bir entrika tuzağıdır kuruldu. Babasının zenaatından dolayı lâkabı “Kalafatcı” olan Mişel, analığına sadık kaIacağına dair ettiği yeminlere rağmen, onun aleyhinde hadım amcası Yani ile birleşerek evvelâ imparatoriçenin ahlâka mugayir hareketlerini halk arasında yaymakla propagandaya girişti. Sonra, bir saray isyanile velinimetini dairesinde bastırarak, saçlarını kesti. Yukarıda tasvirini yaptığımız Büyükada kadınlar manastırına gönderdi.

Bu ihtiraslı, aşklı, entrikalı senelerden sonra, ihtiyar fakat arzuları dinmemiş kadının Kameras’da, ıssız Sedef adasına karşı geçirdiği günler pek hüsranlı olmuştur. Fakat bereket bu nikbet kısa sürdü. Husuftan sonra talihin güneşi tekrar açtı: Bizanslılar, hükümdarlarının ahlâklı olmasını değil, neşeli olmasını, kendilerine de keyifli günler yaşatmasını tercih ediyorlardı. Hem, hanedana karşı da sadakatleri vardı. İmparatoriçe hakkında verilen sürgün kararı üzerine, bir isyan çıkıverdi!

İstanbul sokakları çın çın çınladı:

– Kahrolsun “Kalafatcı”! .. Biz meşru imparatoriçelerimiz Zoe ile Teodora’yı istiyoruzl

Genç Mişel, menkûb analığını Büyükadadan getirtip, başında taçla halka göstermek istediyse de isyan gene dinmedi. Müthiş bir tenkil mücadelesi başladı. Kalafatcı, üç bin hemşehriyi katliâm ederek tacını muhafazaya çalıştıysa da mağlup olarak birkaç sadık taraftarile Studion manastırına kaçtı.

Burada masun olacaklarını umuyorlardı. Nitekim Zoe’de onları affedecek; gene sefihane hayatına dönüp, ömrünün son günlerinden gâm alacaktı. Fakat ihtiyarlığına rağmen hâlâ bakire kalan ve hayatını manastırlarda ibadetle geçirdiği için halk tarafından azlze sayılan taht ortağı ve hemşiresi Teodora ansızın şu umulmadık emri verdi:

– Gasıblara işkence edilsin!

Zaten böyle bir işaret bekliyen halk, bu ferman üzerine, köpürmüş bir kin ve gayız dalgası halinde Studion manastırının kapılarına dayandı. Kalafatçı Mişel’le yakın adamları sığındıkları ibadet hücresinden bin türlü hakaretlerle koparılarak, sokaklarda sürüklene sürüklene bir meydana getirildiler; direklere bağlandılar. Çepeçevre olan ve yuha çeken halkın huzurunda işkence kararı infaz edildi: Mil çekilen gözler, bütün ışıklara ebediyen kapandı ve taht gasıbı ile maiyeti, gene manastıra götürüldüler.

Bu feci hadiseden sonra, gene zevk, sefahat, ihtiras..

Hükümdar hemşilereden bakire Teodora ibadetine devam ededursun, Zoe, Messalin ‘in ruhunu şad edercesine bir erkekten öbürüne koştu; fakat aradığını bulamıyordu…

Bu esnada, memleketin işleri de iyi gidiyordu. İmparatoriçe, at meydanında eğlence üstüne eğlence tertip ediyordu. Talihe bakın ki, Bizanslılar, tarihlerindeki bu safhayı altın devri saydılar…

Fakat bütün bu cuşuhuruş içinde tamamile tatmin edilemiyen biri vardı ki, o da bizzat Zoe id.. Evet, kendisine yeni bir koca lâzım… Bu gelip geçici erkeklerle olmuyor… Halbuki, ne aksilik! Bizans kilisesi de, ücüncü izdivacı hiç hoş görmemekte; menfur saymakta… Lâkin ne olursa olsun!.. İmparatoriçe eski gözdelerinden olup menkûp bulunan Kostantln Monomak’ı İstanbula getirtti. Nimetlere boğdu ve altmış iki yaşlarında bulunan bu kadın tekrar gelin oldu!

Yeni bir safha, fakat yeni bir garabet!.. Zira, yeni hükümdar Kostantln sadece meşru ve ihtiyar zevcesile kifayet edemiyor. Seleren islmli genç, güzel bir maşukası var… Merasimde, sarayda üçü beraberler… Kostantln, kadınlardan birini sağına, ötekini soluna alıyor… Halk da buna hiddet etmekte… Fakat yetmişine yaklaşan imparatoriçenin bu ortaklığa itiraz yok… Rakibesinin şayed kocası nezdinde olduğunu öğrenirse, o gece, ziyaretini tehir ediyor… Şarklı birodalık uysallığı gösteriyor…

İşte böylece, aşkın bütününü yarımını, zelilânesini ve oburcasını, hülâsa, her türlüsünü tatarak, ömrünü tamamladı. 22 sene hüküm sürdükten sonra, rahat döşeğinde mesud bir koca karı halinde öldü…

Bizans tarihine dair eserlerile meşhur olan Schlumberger, bu hikâyeyi naklettikten sonra “ekseriya münevver kütlelerin bile bilmedikleri bu harikulâde devirlerin garipliği” diye bir cümle sarfediyor.

Acaba anlattıklarım karilerimin malûmu idi? Üzerinde yaşadığımız bu İstanbul topraklarının tarihini hepimiz iyice biliyor muyuz?

Yürük Çelebi

 

Akşam, 4 Haziran 1938, Cumartesi


Eski ve yeni İstanbul

Ermeniler Kınalıadaya niçin fazla rağbet etmişlerdir?

Leon, rahip kılığına girmiş suikasdçılar tarafından birdenbire müthiş bir baskına uğramıştı

Eskiden diğer Adalardan daha fazla Rum olmasına rağmen, Ermenilerin rağbet ettiği bilhassa Kınalıydı. Bunun sebebi, acaba Bizanstan kalma bir dini anane midir?

Bundan evvelki yazılarımdan birinde, Büyükadaya sürülen imparatoriçe İren’den bahsetmiştim. Dokuzuncu asrın başında Nisefor ismindeki nazırı onu ansızın hal’edivermiş ve evladının gözlerini kör etmekle meşhur bu günahkâr kadının yerine hükümdar olmuştu.

Hemen hemen bütün memleket yeni imparatora boyun eğdi. Yalnız Anadolunun ortalarındaki askerler, büyük bir sefalet içinde bulunduklarından, kumandanları Ermeni Vartan’ı isyana kışkırttılar.

Bizanslıların – bir harfini tahrifle – Vardan dedikleri bu kudretli asker, yanlış haberler almıştı. Kendisine:

– Hele sen İstanbul sularına var; halk, türedi imparatorun zulmünden öyle bizar ki, kapılar sana derhal açılıverecek! denmişti.

0 da buna inanıp ordusile dere tepe düz gitti; bugünkü Üsküdarın selefi olan Hrisopolis’e kadar dayandı. Dayandı amma, vaziyet umduğu gibi çıkmadı. KapıIar duvar! Askerler, Nisefor’a sadık!

Ermeni kumandan, rakibinin sağdan soldan sevkiyata başladığını öğrenince süklüm püklüm geri çekildi; bugünkül Uludağın eteklerini boyladı. İlle her yeri yağma etmek istiyen askerlerine de söz geçiremediği için, gizlice Nisefor’dan aman diledi: “Affa nail olduğu takdirde her şeye razı! Silahlarını verecek…

Sözünü tutmamakla meşhur olan yeni imparator, Vartan’a bol keseden vaadlerde bulundu: Malının, canının ve sevdiklerinin emniyette olacaklarına dair en büyük yeminleri etti. Hattâ bu manevi vaadin maddi bir işareti olmak üzere, boynundaki altın haçı da Vartan’a gönderdi. O da askerlerini bir gece habersizce başsız bırakıp, ata bindl; yanına emniyetli bir adamını alarak, doğru Sius şehrine (Yani bugünkü Gemliğe.)

Oradaki manastırda – papazın merasim yapmamasına rağmen – kendi kendinin saçlarını kesip papas elbisesi giydi. Bir kayığa binerek kapağı Kınalıadaya attı.

Burada, ismini de Savas’a tebdil ederek samimiyetle kendini din ve toprak işlerine hasretti amma, çok kuşkulu olan imparator, bu hüviyet değişmesine bir türlü inanmamıştı.

Devrin en azılı cellatları olan, Likaonyalı, yani Konyalı piyade neferleri arasından çıkardı. Nisefor, bunlardan bir müfreze tertib ederek Kınalıda Ermeni serdarın kendisi için hazırlattığı hücreyi bastırttı. Adamcağızın elini kolunu bağladılar. Gözlerine mil soktular! …

Vartan, müthiş yaraları iyi olduktan sonra tam mânasile blr aziz halini aldı. Hayvan postlarına sarılarak ve ancak kendi yaptığı ekmeği yiyerek, yalın ayak, başı kabak, çile doldurdu. Uzun bir ömür yaşadı. Her yerden sofular gelerek, meşhur bir papas diye onun duasını aldılar.

İşte, Kınalı’ya Ermenilerin rağbetini çeken manevi hadiselerden biri bu olmuştur.

  • ••

Kınalıya taallûku olan diğer bir meşhur Ermeninin hadisesi:

Vartan’ı İstanbul üzerine yürümeğe kışkırtanlar arasında, Leon isminde bir Ermeni ile Mişel adında bir kekeme vardı ki, bunların ikisi de sıkıyı görünce, asi kumandana ihanet ederek Nisefor taraflısı olmuşlardı.

Gel zaman git zaman, bir takım maceralardan sonra ikisi de, birbirini müteakib Bizans tahtına çıktılar.

Leon hükümdarken, Keke Mişel’in kendi aleyhine bir tuzak hazırladığını öğrenmiş, onu, sarayının zindanlarında hapsederek külhanda diri diri yanmağa mahkûm etmişti.

Bu hüküm infaz olunacağı gün Keke Mişel mahpusundan çıkarıldı, zincirlere bağlı olarak götürülüyordu. Fakat Beşinci Leon’un karısı ile Keke’nin arasında vaktile bir münasebet olsa gerek ki, kadın kocası üzerinde tesirde bulunarak:

– Şimdi yortu içindeyiz… Bu mukaddes günler geçsin, cezayı öyle tatbik edersin! – dedi.

Çok sofu olan Leon da buna rıza gösterdi. Keke Mişel zindana iade edildi. Fakat imparator çok mütevehhimdi. Bir gece uykusu kaçarak, acaba Keke ne yapıyor diye meraklanıp usulla aşağı indi. Mahkûmun bir gardiyanla ayni yatakta uyuduğunu gördü; ve çekildi gitti.

İmparatorun bu ziyaretini fark edenlerden biri, ertesi sabah Kekeye Ermeninin gelerek kendisini gözetlediğini söyledi. Mahkûm, ilk vartayı atlattıktan sonra kurtulacağını umuyordu. Fakat bu ziyaret imparatorun hâlâ onunla meşgul olduğunu isbat ettiği için, Mişel, bunun üzerine son kozunu da oynadı:

Vaktile isyanda kendisile beraber olanlara bir adam gönderip:

– Ya beni kurtarınız, yahut sizi de ele veririm! – diye tehdidde bulundu.

Adamlar bunun üzerine fevkalâde korktular ve gayet enteresan bir suikasd hazırladılar.

Leon bütün imparatorların âdeti üzere her sabah kiliseye iner, duasını papaslar ve mugannilerle beraber yapardı. Gür sesli olduğu için kendini de büyük bir hanende sayıyordu. O sabah ta, yüzünü gözünü ihtimamla sardı. Zira İstanbulun en müthiş kışlarından biri olduğundan iyi ısıtılmamış olan kilisede üşümemek lâzımdı. Nitekim biraz sonra, sarayın bir kapısı da açıldı; buradan kilisenin papazlarile mugannileri ayni şekilde sarılmış sarmalanmış bir halde içeri girdiler. Bunlar, sarayın haricinde yatarlar; her sabah muayyen zamanda kapı önüne birikirler, açılınca içeri girerlerdi. Bugünkü soğuk sebebile nöbetçiler onların hakiki papaslar değil, ihtilâlciler olduğunu farketmediler.

Tam ibadet başlamıştı ki, bir arbededir koptu. Evvelâ başpapası Ermeni Leon sanarak üzerine saldırdılar. Adamcağız, derhal kafasını açıp saçlarının tıraşlı olduğunu gösterdi ve kurtuldu.

Kilisenin içi, bir ana baba günü halini almıştı. Herkes çil yavrusu gibi dağıldı, fakat kimse dışarı çıkamadı. Çünkü suikasdcılar kapıları tutmuşlardı.

Leon kısa boylu, fakat çevik hareketliydi. Bir şıçrayışta mihrabın altına girerek saklanmıştı. Fakat orada keşfedilmesi, ve “affedin” diye haykırmasına rağmen öldürülmesi güç olmadı. Dev cüsseli bir asi, bir kılıç darbesile beşinci Leon’u ikiye biçti.

Asiler derhal zindana hücum ettiler. Keko Mişel’i oradan çıkarıp, zincirlerini çözmek imkânını bulmadan sıcağı sıcağına imparator ilân ettiler. Zincirlerin anahtarı, bilâhare Leon’un üstünden çıktı.

  • ••

Mişel’in nqşi, Kınalıya gömüldü. Karısı rahibe yapıldı. Oğulları da zamanın âdeti üzere hadım edilerek yine Kınalıada manastırına yollandı.

Yürük Çelebi

Akşam, 7 Haziran 1938, Salı


Eski ve yeni İstanbul

Kınalıadada yirmisekiz sene mahpus yaşıyan imparator

Kendisile beraber sürülen iki oğlu da Ermeni tarafından hadım edilmişti

 

İstanbulun mazisini ve adaların geçirdiği faciaları anlatırken Kınalıya kadar gelip de – burada ömrünün son yirmi sekiz senesini geçiren – İmparator Mişel RangabeyI anmamak kabil mi?

İrenl hal’eden ve asi ermeni kumandan Vartanın gözlerini oyduran o  haşin Niseefor Logotet (1) Bizansta hüküm sürüyordu. 811 senesinin Temmuzunda Bulgarlarla harp edildiği sırada, Nisefor ve oğlu, zalimce bir tedbire baş vurarak düşmanlarının çocuklarını ve hayvanlarını öldürtmüşler, Bulgar kralı Krumun çadırını da ateşe vermişlerdi.

­İki kavm arasındaki zıddiyet son haddini buldu ve mağlûp kral, ölünceye kadar Bizansla boğuşmak için and içti.

İntikam almak fırsatını da şöylece buldu:

Bir gün Bulgarlar, Rum ordusunu tehlikeli bir pusuya düşürdüler. Nisefor etrafı geçilmez dağlarla çevrili bir vadile askerlerile birlikte iken, Bulgarlar, geçidlere kocaman ağaçlar devirerek ormanı ateşlediler. Bu pusuya vaktinde ehemmiyet vermiyen Rumlar, neden sonra tehlikeyl anladılarsa da iş işten geçmiş bulunuyordu. Çetin bir muharebede Nlsefor topuzla ezildi. İsaya küfretmeğe rıza göstermiyen bütün esir Bizanslılar kılıçtan geçirildi: Veliaht güç bela yakayı kurtardı.

Bulgarlar umulmadık bir zafere kavuşmuş bulunuyorlardı. Kralları, maktul Niseforun kafa tasına gümüş bir çerçeve yaptırarak bunu bir kadeh haline getirdi. Dostlarile birlikte şerefe içti.

Babasının yerine Edirnede tahta geçen yeni imparator Stauraklos kısa boylu, çelimsiz, cılız ve sakil bir oğlan olduğu için, hiç de sevilmiyordu. Hele bu mağlubiyetten sonra Bizansın tekrar yüzünü güldürecek bir şahsiyete benzemiyordu.

Hemşiresi Prokopya onu hal’ ve kocası Rangabeyi tahta geçirmek için pek 0 kadar da zahmet çekmedi. Biçimsiz oğlan impatorluktan kısa bir zaman sonra düşürülerek saçları kesildi; alelûsul bir manastıra kapatıldı ve çok geçmeden öldü.

Asil bir aileye mensup münevver bir insan olan ve ancak kaynı ve selefi tarafından gözlerinin kör edileceğini öğrendikten sonra hükümdarlığı kabul eden.Mişelin etrafında pek çok ümidler belirdiyse de onun da iradesizliği karısının hükmü altına girmesile derhal anlaşıldı.

Bir taraftan dini ihtilaflar, öte yandan askeri inhitat içinde, Bizans kıvranıyordu. Keşmekeş o hali almıştı ve İmparatorun iradesizliği o dereceye varmıştı ki, devrin sihirbazlarından bir kadın, her sabah hükümdar geçerken yüzüne karşı şöyle haykırmak kuvvetini kendinde buluyordu:

– Artık tahtından in! Yerini daha lâyık birine terket!

Ve bu kadına küstahlğından dolayı hiç birşey yapılmıyordu.

0 aralık Bizans, Bulgarlara karşı yeni bir harp açtı. Ermenl Lean (2), İmparatorluk ordusunda şarklılar serdarı iken, en ehemmiyetli bir anda harbe girmesi icab ettiği sırada Bizans ordusundan uzaklaştı ve elde edilmek üzere olan bir zaferin mağlubiyetle neticelenmesine sebebiyet verdi.

Kurnaz Ermeninin burada bir plânı vardı: Bizans askerleri tarumar vaziyetteyken onun elindeki kuvvetler terütaze kalmıştı işte… Edirnede istiklâlini ilan etti. Sözde bunu istemiyor gibi görünüyor ve tarafdarlarının zorile yapıyordu. Hattâ meşhurdur; adamlarından Keke Mişel (3) kılıcını çekmiş:

– Eğer isyan etmezsen, hükümü eline almazsan seni bu silahla öldürürüm – demişti.

Maglûb ordunun bakiyelerini de kendi bayrağı altında toplıyan Ermeni Leon, Bizans surlarına dayandı.

Burada müthiş bir muharebe çıkacağı sanılıyordu. Fakat derviş meşrebli olan imparator Mişel Rangabe:

– Bir damla kan dökülmesin… Ben tacımdan vazgeçiyorum – dedi.. .

Tahtta her değişiklik bir çok zulümlere, işkencelere sebebiyet vermesi teamül olduğu için iktidar mevkiinin etrafında bulunanlar, hükümdara yalvardı, yakardı; hukukundan vazgeçmemesini niyaz etti. Bilhassa imparatoriçe:

– Beni düşün! Evlâdlarını düşün! – diyordu. Sen selefin zamanında bu Ermeniyi sürgünden kurtarmıştın. Buna rağmen o sana gene böyle nankörce isyan etti. Şimdi onun karşısında silahını teslim edersen bizlere ne yapmaz?

İmparatorun ağzından yalnız şu cevap çıkıyordu:

– Aman kan dökülmesin…

Ötedenberi Ermeni Leonun karısı aleyhine bir çok rlvayetler dönerdi. Hattâ onun Keke Mişelle alâkası olduğu da rivayet edilirdi. Bunlan telmihen İmparatoriçe:

– Tacı ofahişenin başında mı göreceğim? – diye inliyordu.

Lâkin hiç birşey fayda vermedi. Fikrinden caymıyan Mişel, imparatorluk alâmetleri olan ipek takkesini, arguvanî kumaştan ve kolunda son hükümdarın resmi bulunan elbisesini, sırmalı kızıl pabuçlarını Ermeniye gönderdi. Şehrin kapılarını açacağını da bildirdi.

Eski hükümdar ailesinln bütün prens ve prensesleri vartayı nisbeten kolayca atlatabilmek için rahib ve rahibe elbiselerini giymişlerdi bile … Mişel Rangabe de onlara uyarak, yeni imparatorun emrine intizaren Fenere aid kiliseye çekildi.

Ermeni Leonun yaldızlı kapıdan şehre girmesi, Ayasofyada taç giyinmesi tamamile hadisesiz geçti. Fakat Bizanslılar bazı manevi hadiselere dikkat ettiler:

Ermeninin sert olan ve Rumlar tarafından yaban domuz kıllarına benzetilen saçları sözde taç giydiren patriğin parmaklarına diken gibi batmışmış; bu da şeametmiş…

Gözden kaçmıyan bir nokta da şu oldu: Ermeni Leon İmparatorlara has kılığa bürünür bürünmez, sırtından çıkardığı kızıl dar elbiseyi Keke Mişele uzattı. O da derhal esvabı giydi…

Hurafeperest Bizanslılar bundan derhal mânâ çıkardılar ve ne garib ki tefa’ülleri de hakikat oldu: Kekenin taIii, hep Leonun arkasından gitti…

Ermeni hükümdar, eski hanedan âzasını öldürtmedi. Esasen Rangabenin hırssız bir adam olduğunu katiyetle biliyor, onun saltanattan feragatindekl samimiyete inanıyordu. Onun için gözlerini kör etmeden selefini Kınalıya sürdü, Kendisine pek az bir maaş bağladı ve bu parayı da muntazaman vermediyse de Allahlık bir adam olan Rangabe yirmi sekiz senelik menfiliği esnasında tecellisinden bir tek şikâyette bulunmadı. Hoş, kaç hükümdarın felâketine şahid olacak kadar uzun yaşadı ya…

İmparatoriçe Prokopya da vaktile inşa ettirdiği bir manastıra kızlarile birlikte gönderildi. Orada ümitsizlik, sefalet içinde yaşadı.

İki oğulları vardı: Bunlar, zamanın âdeti üzere hadım edildiler ve Kınalıya sürüldüler.

İşte, İstanbul adalarına Prens adaları denmesine ve buranın tarihteki en meşhur sürgün yerlerinden biri sayılmasına sebebiyet veren hâdiselerden bir diğeri…

Yürük Çelebi

 

Akşam, 11 Haziran 1938, Cumartesi


Eski ve yeni İstanbul

Burgaz adasında yedi sene inleyen alnı damgalı dindar

İki hayduttan biri ölünce naaşla birlikte mağarada mahpus kalmağa mahkûm edilmişti.

Başladığımız Adalar serisine devam ederek Burguza geçelim.

Bu adanın yaman işkencelerile şöhret bulmasına sebeb, dokuzuncu  asır başlangıçlarında şöyle bir vakanın cereyan etmesidir:

  • ••

Ermeni Leonu suikasde uğratarak tahta geçen Keke Mişel, bir papazı işaret ederek:

– Şuna yedi yüz kırbaç vurun! Emrini vermişti.

Yedi yüz kırbaç!…

Müthiş ceza…

Fakat, Metodius ismindeki papas, dayandı, ölmedi… Türedi imparatorun hiddeti ise hâlâ dinmemişti:

– Bu dini bozuğun da suratına mahud damgayı basın! – diye haykırdı.

Üzerine manzum bir tahkirname kazılmış bir işkence mührünü ateşe tutarak kızdırdılar. Metodiusun mezheb aşkile yanan alnıa, izi ebediyen çıkmıyacak olan damgayı bastılar.

– Hâlâ aynı itikadda mısın?

Papas, ölüm halinde olmakla beraber:

– Evet! – dedi.

Öyleyse, götürün Burgaza!… Aklı başına ve imanı göğsüne gelinciye kadar neler yapılması lâzım geldiğini düşünüp bulacağım. Fermanlarımı tatbik edersiniz!

Keke Mişel, rahib Metodiusu bir mağaraya koydurdu. Mağaranın önü bir hayvan kafesi halinde kapatıldı. Aynı inin içinde iki yolkesicile birlikte oturuyordu.

Eğer Bizans vak’anüvislerinin iddialarına inanmak lâzım gelirse zavallı adam o cehennemde tam yedi sene yaşadı…

Dahası da var: Haydudlardan biri ölünce na’şı kaldırılmadı. Metodius o müteaffin havayı kokladı durdu. Fakat imanından nükûl etmedi.

Bu adam aslen Sicilya adasının asilzadelerindendi. 0 devirdeki birçok garpli gençler gibi, Bizans muhitinden feyiz almak için gelmişti. Memleket, mukaddes resimlerin aleyhine ve Iehine olarak iki dini cereyana ayrılmıştı ki, bunların ikincisi olan itikad, bugün malûmumuz olan ortodoksluktur. Metodiua de mukaddes tasvirler taraflısıydı. Halbuki resimlere kutsiyet atfetmek bazı Bizans imparatorlarınca olduğu gibi ermeni Leon ve Keke Mişel tarafından küfür sayılıyordu.

Uğradığı takibat yüzünden, eski devirde İtalyaya kaçan Metodius papanın bir mektubile Bizansa dönmüştü. Kekenin tasvirciler mezhebine mülâyim davranacağı umuluyordu. Halbuki işte yaptıkları..

İmanı göğsünde, damgası alnında, haydudlar yanında, papas, Burgazda otura dursun, o sıralarda Keke Mişel yerine oğlu Teofil geçti amma, bu genç hükümdar da, tasvir bozanlar itikadında… Ortodokslara etmediği işkenceyi bırakmıyordu. Fakat dini münakaşalara da pek meraklıydı.

Eski kitaplardaki bir metin üzerinde ihtilâf hasıl olması üzerlne:

– Bu mşkülü halletse etse Boğazda sürgün olan Metodius halleder! – dediler.

– Getirin öyleyse şunu…

Derhal mabeyinciler kayıklara bindi. Mağaradan çıkarılan rahib, hükümdarın huzuruna getirildi. Sorulana cevab verdi ve ilk önce cesurane imanile Teofilin hoşuna gitti. Artık sarayın içinde serbes serbes dolaşıyordu.

Fakat gezdiği yerde lâfını o derece esirgemeden vaızlarda bulunuyordu ki, tekrar gazabı davet etti. Bu sefer de, saray zindanlarına kapatıldı. Tarafdarlar kazandığı için kendisini kaçırıp sakladılar; İkinci bir affa nail ettiler. Mezhepdaşları bin türlü zulüm altında kıvranırken, Metodius hayli müddet serbes yaşadı ve ortodokslara yapılan işkenceleri de kısmen önliyebildi.

Papas, durmaksızın söylediği sözlerle hayli tarafdar kazanmıştı. Hâttâ imparatoriçe Teodora üzerlnde müessir olmuş, galiba bizzat imparatorun ruhunda bile nüfuzunu göstermişti. Nitekim Teofil 842 de ölüm döşeğine serildiği zaman, kendisine uzatılan bir mukaddes tasviri öpmüş derler …

Bu imparator ölüp de yerine geçen oğlu küçük Mişele annesi Teodora niyabete başlayınca, mukaddes tasvirciler, bir asırlık tazyikten kurtulup hürriyete kavuştular.

Alemp denilen Uludağdan Aynaroza ve Boğaziçinin ötesindeki berisindeki manastır civarlarına kadar her nerede mukaddes tasvirler gizlenmişse çıkarıldı, hepsi Ayasofyaya getirildi. Sürgündeki kör, topal, işkence artığı papaslar, sürüsepet şehre doldular. Günlerce, haftalarca bayram yapıldı ki, Rum klisesi bu yortuyu “Ortodoksluk bayramı” ismi altında hâlâ yadeder.

Bütün tasvir bozanlar afarozlandı. Ancak imparatoriçenin hatırı için zevcinin ruhu affa nail edildi. Buna rağmen mağdurlar arasında bir papas, Teofili Teodoranın huzurunda tahkire kalkıştıysa da Metodius onun ağzının payını verdi.

Cereyan kuvvetliydi! Tasvir bozanların patriği başta olmak üzere, eski müştebitlerden çoğunun kör edilmesiisteniyordu. Fakat Metodlus bu müthiş cezayı kamçılama mücazatına teptil ettirdi. Ancak, her ortodoks bayramında, tasvir bozanlar, yalınayak, başıkabak, alayın önünde yürüyerek Ayasofyaya gelmeğe ve aleyhlerindeki lûgatnameyi diz çöküp dinlemeğe mecbur tutuldular. Buna da ömürlerinin sonuna kadar hacaletle riayet ettiler.

  • ••

Fatlh Sultan Mehmed, Bizansın panteonu olan Aziz Hanariler klisesini  yıktırıp, onun yerine ve enkazından da istifade ederek Fatih camisini bina ettirmiştir. Ortodoksluğun en mühim azizlerinden sayılan Metodiusun naaşı, işte o kliseye gömülmüştür.

Son devre kadar Burgazda hâlâ onun bir hatırası kalmıştır ki o da Aya Yani klisesidir. Bu mabed bilâhare ahşab olarak bina edilmişse de asıl ibadet mahalli kurunuvüstadan kalmadır.

Bizans vakanüvislerinin anlattıkIarına nazaran, imparatoriçe Teodora, Metodiusun yedi sene mahpus kaldığı mağaranın yerine bu mabedi bina ettlrmiş.

Yürük Çelebi

Akşam, 14 Haziran 1938, Salı


Eski ve yeni Istanbul

Heybeliada, diğer prens adaları gibi, işkence yeri değildi

Buran1n kütüphanesinde dokuzuncu asra aid de bir kitap vardır;

bu hazinecik müstakbel İstanbul şehir kütüphanesinde saklanmalıdır

Büyükadanın, Burgazın, Kınalının en bariz tarihi hususiyetlerini teşkil eden feci hatıralar anlattım. Fakat Prens adaları arasında bulunmakla beraber – Heybelinin, kör edilen, dili koparılan işkence kurbanlarile alâkası yoktur. Bilâkis buraya gadre uğramamış, ikbal mevkiindeki şahsiyetler, kendi arzularile rağbet ederlerdi.

Bu adanın şöhreti, cinsi gayet iyi olan bakırile başlar.

Bütün kurunuûIâ imtidadınca Heybelinin bakırı heykeltıraşlarca aranmıştır. Pek makbul olan bu maden, bilhassa Çamlimanı taraflarından çıkarılırdı ki ocak bakiyeleri hâIâ göze çarpmaktadır. Bir çok maruf heykeller, Halki bakırından yapılmıştır.

Heybelinin üç zengin ve büyük manastırından en tanınmışı, sonradan rum ticaret mektebi ve daha sonra rum yetimhanesi olan Teotokostur. Bu isim anılınca, akla derhal Bizansın sondan evvelki hükümdarı Jan Paleolog gelir.

İmparator, Jan, burada, çok eski bir manastırın temelleri üzerine yeni bir mabed inşa ettirmişti ki, zevcelerinden en sevgilisini bu ibadethanenin topraklarına gömdü.

Hayatında üç kere evlenen Jan, birinci zevce olarak, 11 yaşındaki Moskovalı Rus prensesi Annayı aldı.  O sıralarda veliahddı. Fakat müthiş bir taun, bütün yakın şarkı kırıp geçirmekteydi. Bu salgın hastalık, Beyazıdın bir oğlunu nasıl ademe götürdüyse, Bizansı saraylarında pek sevilen küçük Annanın da ölümüne sebebiyet verdi.

Bunun üzerine, Jan Paleolog 1420 de yeniden evlendi. Bu sefer, Sofi isimli bir İtalyan asılzadesi aldı. Janın artık ihtiyarlıyan babası Manuel, izdivaç münasebetile onu tahta iştirak ettirdiyse de, evlenme mesud netice veremedi.

Sofi, ahlâkça, tahsilce pek iyi bir kız olmakla beraber, çehre züğürdünün biriydi. Genç İmparator ona bir türlü ısınamadı; karısını hakiki zevce olarak kabul etmedi. Zavallı Sofi ise, Janı fevkalâde sevmişti. İçlendi, içlendi durdu…

Halbuki o, ne büyük fedakârlıklarla buraya gelmişti. Papa, – mezhebini muhafaza etmek şartile – başka silkten olan bir kocaya varmasına müsaade etmişti… İmparatoriçe, burada, altın kafeste kapalı bir kuş gibi yaşıyordu. Kocasının kendisinden nefret ettiğini görerek altı sene müddetle tahammülfersa bir hayat yaşadı.

Nihayet sabrı tükenip bir gece, saraydan kaçtı. Galataya, Cinevizlilere iltica etti. Bu İtalyanlar, nefret ettikleri Bizanslılara bir oyun oynamak için, kendi ırklarından olan İmparatoriçeyi bir kadırgaya bindirdikleri gibi memleketlerine aşırdılar. Sofi, Cenevede krallara mahsus bir ihtişam içinde karşılandı. Fakat karaya çıkar çıkmaz, aşkının iztırabını oyalamak üzere, münzevi bir manastırın sükûnuna koştu…

Bununla beraber, genç güzel, çapkın bir erkek olan Jan ikinci zevcesini böylece atlattığına memnun olarak, bu sefer de Trabzon prensesi Mariyi aldı. Komnen ailesinden olan bu kızın diğer kardeşleri de ayrı ayrı mühim şahsiyetlerdi. Meselâ bir hemşiresi Türkmen prensi Cihanşaha varmış; diğeri Sırp prensi Jorj Brankoviçle evlenmişti. Biraderi Kalo Yuvan ise bilâhare öz babasını öldürerek kendini Trabzon İmparatoru ilân etti.

Her taraftaki hükümdarlarla sıhriyet halinde bulunan genç kadının ince bir zekâsı vardı; hazır cevaptı. Muasırlarının iddiasına göre, devrin en cazib prenseslerindendi.

İmparator, yeni karısını fevkalâde sevdi. Fakat felek, gene de uzun müddet mesud yaşamalarına fırsat vermedi.

İmparator Janın saltanatı esnasında, Osmanlı Türklerinin devleti, baş döndürücü bir süratle ilerliyordu. Hükümdar, sükûna kavuşmak için Osmanlılara gerek paraca, gerek Karadeniz sahillerinde şehirler vermek suretile fedakârlıklarda bulundu. Vakit k:azanmak istiyordu. PIânları vardı.

Bunun için, izdivacının hemen senesinde, (1427) de biraderi ve halefi Konstantinin (yani son Blzans  imparatorunun) ziyaretinde bulunmak üzere bir sene müddetle Moraya gitti.

Fakat asıl büyük seyahati 1437 senesinde 700 kişilik bir maiyetle Venediğe müteveccih oldu. Zira, 1435 den itibaren, Türkler, cidden müthiş bir tehdid halini almışlardı. Jan, Bizansla garbı biribirinden ayıran dini ihtilafları ortadan kaldırmak, garb âleminin Blzansa yardımını temin etmek istiyordu. Mutantan istikbal merasimine rağmen, arada mühim prensip ihtilafları zuhur etti. Senelerce münakaşalar sürdü. Fakat Janın birleşmek hususundaki azmi kati ve samimiydi. Nihayet 1431 de iki klisenin birleşmesi kati surette karar altına alındı. Fakat bu anlaşmaların asıl neticesi hasıl olamadı. Siyasi bir muvaffakiyet elde edilemedi. Papa, Bizanslıların imdadına kâfi kuvvet yollıyamadı.

Jan Hünyad hüsnü niyet sahibi ancak mahdud mikdarda ehli salib buldu. Varna mağlûbiyeti sekizinci Janın ümidlerini kırdı; hele 1448 deki Kosva muharebesi bütün emellerini mahvetti. Nitekim bu Türk zaferinden on dört gün sonra öldü.

İmparator, 1440 da italyadan payitahtına döndüğü zaman Mari, bir kaç gün evvel ölmüş bulunuyordu.

İşte siyasi mücadeleler içinde geçen bu aşktan Heybeliye bir hatıra kalmıştır. Heybeliada manastırındaki meryem ibadethanesi – on beşinci asır müverrihlerinin söylediklerine göre – İmparatorun çok sevgili refikası namına yapılmıştır. On yedinci asırda manastırı silip süpüren büyük yangına rağmen bu ibadethane olduğu gibi kalmıştır.

Dördüncü Mehmed zamanında yirmi sene müddetle Avusturya elçiliği yapan Nikosyos Panagiotaki dinine ve ırkının kültürüne hizmet etmeği düşünerek Heybeli manastırını da ihya etmiştir. Zamanının bütün şark ve garb kültürüne âşina olan ve muhtelif lisanlar bilen bu zat Köprülü Ahmet paşa zamanında Babıâli baş tercümanlığına nasbedilmişti. Hizmetlerine binaen Fener patrikhanesince en mühim şahsiyetlerden sayılan Panagiotaki 1673 de Osmanlı ordusu karargâhında ölünce dördüncü Mehmed naaşını tahnit ettirerek buraya muazzam merasimle gömdürmüştür.

Manastır, diğer bir inhitat devresinden sonra 1796 da Aleksandr İpsilanti isimli bir baş tercüman tarafından gene baştan başa ihya edildi.

Güstav Şlumbergerin, Adalara dair kitabında yazdığına nazaran: “Manastırın kütüphanesi tedbirsizce peşkeşlere ve gizli kalmıyan aşırmalara rağmen birçok kıymetli basma ve yazma eserlerle doludur. Bir tanesi dokuzuncu asra aid, binaenaleyh fevkalâde mühim olan bu kitaplar yüz elli cildden fazladir.”

Bu münasebetle şunu da hatırlatmak lâzımdır ki, artık bundan sonra olsun bu gibi eserlerin lâkayıd ellerde tedbirsizce peşkeşlere maruz kalmaması Iâzımdır. İstanbulun müstakbel umumi kütüphanesi bütün İslâm menabiinden, milli menabiden gelecek eserlerle olduğu gibi, böyle kıyıda köşede kalmış, yarı unutulmuş, fakat cidden kıymetli eserlerle de süslenmelidir.

Ortodoks mezhebinde olanlar da, bu kitapların şimdilik pek emin bir yerde mahfuz kalmasını ve ileride şehir kütüphanesinde mahfuz kalmasını elbette can ve gönülden istiyeceklerdir.

Yürük Çelebi

Akşam, 18 Haziran 1938, Cumartesi


Eski ve yeni İstanbul

Bugün metrûk olan Sedef adasının hikâyesi

Tahta geçmek istiyen piçin kollarını ve bacaklarını kestiler, gözlerini de kör ettiler; patriği de Sedef adasına sürdüler

İstanbulun dört büyük ve meskûn adasına dair tarihin kaydettiği hatıraları anlattım. Şimdi de sıra, Büyükadanın hemen yanı başındaki Sedef adasında … Bunun da macerası, ötekilerden az heyecanlı değildir; belki de, kalıbına kıyafetine nazaran, pek daha mühlmdir!

Sedef adası toprağı itibarile de pek verimsiz bir yerdir; Sultan Abdülmecidin damadı Ahmed paşa tecrübe mahiyetinde zlraate kalkışmışsa da muvaffak olamamıştır! Hayırsızlığı böylece mücerrep! Minimini adaya uğrıyanlar şimdi pek enderdir… Burası, bilhassa deniz kuşlarının vatanıdır ..

  • ••

Kültürü kuvvetli fakat iradesi zayıf Mişel Rangabenin âsi ermeni Leona Bizans taç ve tahtını ne kadar kolaylıkla teslim ettiğini anlatmıştık. Mahlû hükümdarın, oğullarile beraber, Kınalıadaya sürüldüğünü, küçük prenslerin hadım edildiklerini de yazmıştık.

Bunlardan büyüğü, feleğin sillesine dayanamıyarak, menfasında çabucak öldü. İklncisi ise, babasının aksine, müthiş bir irade kuvveti; ağabeyinin zıddına olarak da bir bedeni mukavemet g0sterdi.

Denebilir ki, bütün tarih imtidadında, işkencelere onun derecesinde dayanmış şahsiyet nadirdir.

Küçük hadım, manastırda, ilahiyat ilminin künhüne varmış; zamanında tedvin edilen diğer ulûmu da yutmuştu. Gel zaman git zaman, bilgisinin hududsuzluğu bütün bir Bizans muhitince tasdik edildiği için, papaslık payelerinin en yükseğine çıktı. Nihayet, – gene bu seri içinde uzun uzadıya bahsettiğmiz patrik Metodiusun vefatı üzerine – patrikliğe getirildi.

Sismani makamların en büyüğü olan imparatorluk hakkını kaybettikten sonra, ruhani makamların bu irtifaına tırmanmak az şey değildi.

Bu sıralarda, hani şu Metodiusa ve ortodoksluğa müzaheret eden İmparatoriçe Tedora iktidar mevkiiindeydi. İgnace yahud İnyas ismile patrik olan hâdim prensi, tâ Hazer kıyılarına kadar misyonerler gönderip hristiyanlığı yaydığı sıralardaydı ki, merkezde hiç umulmadık bir hükümet darbesi oldu:

Gene imparator ailesinden olan Sezar Bardasa karşı açtığı mücadelede mağlub olan Teodora, öz evlâdının emrile saçları kesilerek, kızlarile birlikte manastıra kapatıldı.

Bardas, yeğeni olan genç İmparator üçüncü Mişel üzerindeki nüfuzunu kaybetmemek için, on beş yaşlarındaki bu ele avuca sığmaz, müstehzi, mütereddi, şımarık ve küstah oğlanı bütün fena insiyaklarının tezahüründe âdeta teşvik ediyordu.

Çocuk hükümdarın sefahat ve rezalet namına yapmadığı yoktu: Yaşıtları olan hempalarile birlikte, şehrin hamal ve kayıkçı meyhanelerine, sefahathanelerine devam ediyor; kör kütük sarhoş yollarda dolaşıyor; kızdığı adamların ölülerini bile makberelerinden çıkartıp cesedlerini halkın gözü önünde dövdürtüyor; kalabalıkta dini merasim yapan papasları yerlerinden tekmelerle kovarak, ilahilerin makamile ve papasları takliden müstehci şarkılar söylüyordu. Girid başpeskoposunun bütün dişlerini de söktürtmüştü! Bu hükümdar tarihte “Sarhoş” lâkabile anılır.

Hattâ bir gün annesini, manastırdan getirtmeğe ve ona şu oyunu oynamağa kadar işi azıttı. Bizanslıların mukaddesatı arasına giren bu kadına:

– Anneciğim! – dedi. – Sana, baş papazımız dua edecek…

İmparatoriçe, başpapasın önünde durdu; ve kalabalık huzurunda, huşu içinde ibadete başladı.

Fakat tam o esnada blr kahkahadır koptu: Meğer, imparatorun Domuz lâkabile anılan bir soytarı dalkavuğu, başpapas kılığına girmiş! Teodoraya karşı havsalanın almıyacağı bir tahkirde bulunuyor… Bunun üzerine, Sofi anne, evlâdına gazub nazarlarla bakarak:

– Dünya ve ahirette melun sayıl!.. Bütün felâketler, üzerine çöksün! – dedi; ve çıktı, gitti.

Bu sıralarda, patrik İnyas çoktandır yerinden edilmiş, Sedef adasına sürülmüş bulunuyordu! Yerine meşhur Fotius getirilmişti. İyi bir ailedendi; parlak bir tahsil görmüştü; devrin en mükemmel kütüphanelerinden birine sahipti; o da beşeri bilgilerin hepsini hazmetmişti; hattâ “Kütüphane” isimli eseri hâlâ mevcuddur… Lâkin heyhat ki, asrının şerefi olacak bu adamda vicdandan eser yoktu:

Mevkiine bakmadan derhal imparatora dalkavukluğa başladı. Hattâ şımarık oğlanın sefahatlerine iştirak ediyor, onunla içki mukavemeti yarışına bile girişiyordu!

İşte, bu üç kişi, – yani üçüncü Mişel, Bardas ve Fotius – bir sabah patrik İnyası sarayında bastırarak, palas pandıras Sedef adasına sürmüşlerdi. Sürmüşlerdi amma, hadım prens, bir türlü makamından istifa etmiyor. Etmeyince de onu azl için bir takım merasim lazım. Romadaki Papanın da tasdiki icab ediyor…

İnyası patriklikten düşürüp Sedef adasına sürmek için gösterilen bahane de enteresandır.

Bu sıralarda, İstanbulda Gebon ismile biri türemişti ki, İmparatoriçe Teodoranın, kocası Teofille evlenmeden evvel peydahladığı bir piç olduğunu söylüyor ve tahtta hak iddia ediyordu. İhtimal ki ddiası da doğruydu!… Fakat işin ehemmiyetli ciheti: Üçüncü Mişelden bizar olan pek çok kimselere bu dilek munis göründü

Maamafih, saray baskın çıktı. Esasen yarı mecnun bir insan olan Gebonu yakalayıp şehrin bir meydanında kollarını ve bacaklarını kestiler; sonra, kütük haline sokulan bu insanın gözlerini çıkardılar. Biçare müddei böylece öldü..

Güya hükümdarın iskatı projesinde medhaldarmış gibi göstererek, bu fırsatla hadım prensi de patriklikten indirmek istemişlerdi. Bardasla – o ana kadar saray baş kâtibi olan – Fotius, imparatoru, kendi aleyhinde böyle bir teşriki mesai olduğuna kandırmışlardı.

Fakat gene de istifaname lâzım geliyordu.

İnyası istifaya mecbur etmek için neler yapmadılar: Onu Sedef adasında aç, sefil bıraktılar… Taşlar üzerinde inlettiler… Çamurlara buladılar… Fakat Mişel Rangabenin oğlu seciye derecesinde bir inad gösterdi… Meşhur papasları ıtma ettiler; onun aleyhinde hükümler çıkardılar; bu sefer de Papanın mukavemetile karşılaştılar…

İnyas, Sedef adasından daha feci mahpuslara nakledildi… Zalim bekçiler tarafından dayaklar yedi… Keçi ahırlarında, kollarında ve ayaklarında zincir, haftalarca aç susuz bırakıldı… Keskin cisimler üzerinde günlerce yatırılarak işkencelere maruz kaldı… Lâkin inadı inad!. ..

Bu emsalsiz zulümlere karşı hadımın mukavemeti, İnyasın İstanbulda pek çok tarafdarlar kazanmasına sebebiyet veriyordu. O sırada, bir de müthiş zelzele çıktığı için, bu semavi işaret, imparatorun aleyhine tefsir edildi. Öyle ki, neticede üç zalim, İnyasın affını ilâna mecbur kaldılar.

Bir müddet evvel, hadım, mucize kabilinden olarak, kaçabilmiş ve kendi aleyhine verilen “Kör edilsin ve elleri ayakları kesilsin!” fermanından tam zamanında yakayı sıyırmıştı. Dağfarda, bir firari halinde dolaşıp duruyordu. Bu af kararı üzerine korku nedir bilmiyen İnyas İstanbula dönmek cesaretini gösterdi ve prens adasındaki manastıra, bu sefer kendi arzusile yerleşti.

Aradan seneler geçti. Papa, Fotius yerine İnyasın iktidara getirilmesi için ısrar ediyordu. Bu yüzden afarozlaşma, Roma ve Bizans kliselerinin arasını büsbütün açtı. Diğer taraftan imparator üçüncü Mişel, yeni kafadarı Makedonyalı Bazil ile birleşerek Bardası öldürdü. Fakat bu hâdiseler bile, Fotiusu sandalyesinden kımıldatamıyordu.

Vakta ki üçüncü Mişel, sur haricindeki Aya Mamas klisesinde, bir gece, sabaha karşı samimi arkadaşı olup artık tahta iştirak eden Makedonyalı Bazil tarafından katledildi, vaziyet değişti:

Yeni imparator, rakibini ortadan kaldlrdığının ertesi günü, Fotiusu ve üçüncü Mişelin diğer adamlarını azledip Sedef adasına donanma gönderdi: Şan ve şeref içinde, İnyası getirterek makamına oturttu. Ne garib tesadüftür ki, bu nikbet tam on sene sürmüş, yani İnyas, Sedef adasına ilk sürülüşünden tamamı tamamına on yıl sonra oradan getirilmişti!

Bundan sonra da on iki sene müddetle makamında kaldı. Öldüğünden üç gün sonra, gene Fotius, zekasının cerbezesile imparator Bazili teshire rnuvaffak olarak patrik oldu ve değişen yeni Papaya vazifesini tanıttırdı; kendini vaktile afaroz edenlere de hükümlerini geri aldırttı.

Bu adamın harikulâdelikleri arasında şunu da zlkrederler: Dokuz Papa tarafından afaroz edilmiştir!

 

İşte, küçücük Sedef adasile alâkadar koskocaman bir macera …

Umarım, ne zaman bu kara parçasının önünden keçseniz hatırlıyacaksınız…

Yürük Çelebi

Akşam, 21 Haziran 1938, Salı


Eskl ve yeni İstanbul İki Hayırsız adanın garib hikâyesi

Yassı adayı kendine malikane yapmak istiyen İngiliz sefiri dünya kadar para sarf etmişti

Bugün de iki Hayırsız adadan – Yassı ve Sivri adalardan bahsedeceğim.

Hristiyanlığın intişarından beri, fani hayattan elini eteğini çeken ve ahirete dair hayalata dalmak istiyen münzeviler, buralarını gözden kaçırmamışlardır. Onun için her iki adada daha ilk zamanlardan beri bir takım kliseler, manastırcıklar, çilehaneler yapılmıştı. Aynı zamanda, Sivriada, Bizans zamanında yetimhanesiIe de meşhurdu. Aynı adada İstanbula kadırgaların yaklaştığını haber veren bir de işaret feneri vardı.

Fakat Hayırsız adaların asıl  şöhreti, ölüm cezasına yakın ağır hapse mahkûm olanların buralardaki kaya kovuklarına atılmalarıydı. Ekserisi yabancı ırktan olan haşin ve kaba askerler nöbetçilik ederler, mahkûmIarın hayatı bunlara tevdi edilirdi Kaya deliklerinden içeriye yiyeceklerini de atarlardı.

Sekizinci Kostantin zamanında, imparatorluk ailesile sıhriyeti olan Bazil Bardas ile Bulgar Prusien müthiş bir ihtilafa düşmüşlerdi. Bunlar, aralarında düello etmeğe kalktılar. Hâlbuki Bizans klisesi düelloyu dine muhalif bir hareket sayıyordu. Memleketin ananesi de bunu kabul etmiyordu. Teke tek çarpışmak ancak barbarlara has âdetlerden addedilirdi.

İkisi de yüksek devlet adamları olan muhasımlar bu teşebbüslerinden dolayı imparator tarafından cezalandırıldılar. Zalimce bir istihza olarak, rakiplerden Bazil Sivriadaya, Bulgar Prusien de Yassıya sürüldü. MağaraIarı da karşı karşıya olduğu için biribirlerinin ne yaptığını görüyorlardı. Yegâne tesellileri: “Rakibim benden daha iyi vaziyette değil” diye inşirah bulmaktı.

Bir gün Bazil, mahpesinden kaçmağa kalkışmıştı. Esasen İmparator aleyhinde de atmış tutmuştu. Bu sebeple iki gözü oyduruldu. Fakat rakibi olan Bulgann da mukadderatı mütenazır olsun diye ona da aynı ceza reva görüldü. Amma herif kurnaz çıkktı. Atik davranarak, Havsalanın almıyacağı bir şekilde mahpesinden kaçtı, gitti. İzini belli etmedi.

Bu Hayırsız adaların tarihteki bir rolü de zaman zaman korsanlara, eşkıyaya barınak teşkil etmeleridir. Fakat şüphesiz ki en mühim vakalardan biri, 1412 de (yani Timur – Yıldırım muharebesini takib eden Tavaifi Mülûk esnasında) şehzade Musa Çelebinin Bizans donanmasile, Yassıada önlerinde çarpışması ve mağlup olmasıdır. İmparatorun piçi Manuelin kumandasındaki donanma beklenilmedik bir zafer kazanınca, bu Manuel mükafat göreceğini beklerken, kıskançlığa uğradı ve evladlarile beraber müebbed hapse mahkûm edildi.

İşte bu Hayırsız adalar, aynı zamanda da bu derece uğursuzdur… Meşrutiyette meşhur İstanbul köpeklerinin de buraya sürülerek dünyayı aleyhimize kışkırtacak şekilde can verdikleri de hatırlardadır. Belki buraların yegâne mesud hadisesi, bir Türk filimine dekor teşkil etmesidir.

Yassıadanın bir garib macerası da, on dokuzuncu asır ortalarında, ingiliz sefiri olan Sir Henry Bulwerin burada kendine hususi bir ikametgâh yaptırmağa kalkmasıdır.

Hayli orijinal bir zat olan bu sefir, tam bir inzivaya çekilmek arzu ettiği için, oradaki manastır harabesinin üzerine, şato biçimi ve zevksiz mimaride iki koskoca bina, iskele ve bahçe yaptırmıştır.

Seksen doksan sene evvelki İstanbulluların fevkalâde hayretini celbeden ve dedikodulara sebebiyet veren bu binalar, kısa bir zaman içinde semada yükseldi. Burası sözde yarı çiflik, yarı sayfiye olacaktı. Bu tasavvur uğrunda dünyanın parası sarf edilmişti. Herkes:

– Madem ki sefir burada oturmak istiyor, niçin alelâde küçük bir evceğiz yapmadı da bu kadar külfete kalktı? – diyordu.

Nihayet, muazzam tesisat 1854 de nihayet buldu. Sefir, oraya geçti. Lâkin pek kısa bir zaman içinde de bıkkınIık baş gösterdi. Esasen Sir Henry Bulwer İstanbuldan ayrılmağa mecbur oldu ve çok geçmeden öldü. Adadaki garib malikâne de, o zamandan sonra metruk kaldı. Teferrüat halinde yapılan binaların daha son taşı konmadan viranlık baş gösterdi. Bahçeyi ısırganlar, böğürtlenler kapladı. Şatoyu, yarasalar ve diğer gece kuşları ikametgâh yaptı.

Şimdi Yassıadanın garb nihayetinde Sir Henry Bulwerin yaptırdığı küçük limanla şatonun yanındaki manastırın eski klisesinin temelleri hala görülmektedir. Adanın tamamile Sivriadaya nazır kısmında da ufak tef ek harabeler vardır ki bunlar da mahpusların muhafızlarına aid binalarmış. Burada geçen asrın sonlarına kadar bir de kule varmış. Lâkin, içinde hazine gizli olduğu sanılarak yıkıldığını Schlumberger haber veriyor.

Yürük Çelebi

Akşam, 25 Haziran 1938, Cumartesi


Eski ve yeni İstanbul

Adalardan bahsederken büyük bir Türk kahramanlığını hatırlıyalım

Fenerbahçeden Kınalıya kayıklarla geçen bir avuç fedai, düşman amiralinin oğlunu esir etmişlerdi

 

İstanbulun bütün adalarında tarihi bir cevelân yaptık. Eminim ki, karilerim, bilhassa· Bizans vakalarından bahsederek Türklüğe taalluk eden hâdiselere temas etmediğimi farketmişlerdir. Sebebini bu adaların bizim tarihte daima arka plânda kalmış olmasile izah etmiştim. Maamafih, bir hâdise vardır ki, meskût geçsem olmıyacak …

  • ••

20 şubat 1807 de, amiral Dukwortn kumandasında ingilizlerin on dört harb yelkenlisi hafif bir mukavemeti yenerek ve ortalığa dehşet salarak Çanakkale boğazını geçtiler. Bu sıralarda, üçüncü Selim Napolyon Bonaparta dost ve Rusya ile İngiltereye düşman bir vaziyete dürüklenmişti. Marmaraya girlp İstanbula doğru ilerliyen donanmada İngiliz sefiri de bulunuyor; Türklere diplomasi tarikile kabul ettiremediği şartları, top tehdidi altında kabul ettirmek istiyordu.

Bir bayram güniydi. Düşmanın ikindi üzeri Çekmece hizasından görünüp akşamlayın Baruthane açıklarına gelerek Kınalıada önlerinde demirlemesi payitaht ahalisini  şaşırttı.

Tarihi Cevdet, ilk ahvali ruhiyeyi şöyle tasvir ediyor:

“İstanbulda acıyı tatlıyı tatmamış rüzigârın keremüserdini tecrübe etmemiş çelebiler ve habbeyi kubbe, katreyi derya ederek büyüten mübalağaya meyyal lâfazanlar pek çok olduğundan, bu makuleler köşe başlarında küme küme toplanıp bir takım karışık rüyalara benzer evham ve hayalât ile biribirlerini korkutarak öyle bir acayip hayret ve dehşete düştüler ki o gece İstanbulun ha!i, kıyamet gününden nümune oldu. Bu sırada, bazıları da cifir kitaplarına başvurarak:

– Be canım! Dünyanın sonu yaklaştığı görülüyor. Sarıların galebesi ve Mehdenin çıkması yakındır! – dediler.”

Bununla beraber, herkes aynı düşüncede değildi:

Askerler gayret ve hamiyete gelmişti. Topçular toplarına yapıştı. Yeniçeriler yataganlarını takındı ve hep birlikte sahile doğru koşuştular. Bu sırada bazı medreselilerle şecaat eshabı da silahlanıp sokaklara düştü. Böylelikle sair halk da gayrete gelip silahlanmağa başladı.

Üçüncü Selim, İngiliz donanmasının Boğazdan geçtiğini duyunca fevkalade ürkmüştü. Hele düşman Baruthane açıklarında görünüp de saray kadınları feryada başlayınca pek müteessir oldu.

Donanma Kınalı önünde demir attıktan sonra, İngiliz elçisi derhal Babıâliye bir takrir göndererek şunları istedi:

“Türk donanmasının emaneten kendilerine teslimi, Rusya ile müsalâha akdi, İngiltere ile eski ittifakın yenilenmesi.”

Bunun için bir gün mühlet veriliyor, aynı zamanda Fransız elçisi general Sebastianinin İstanbulu tardı isteniyordu.

Meşhur edib ve tarihşinas Lamartin, “Türkiye tarihi” isimli eserinde bu zat hakkında diyor ki:

« … Maksad, üçüncü Selimi Fransa ile samimi ve sıkı bir ittifaka sürüklemekti ve Osmanlı devletinin gayri muntazam kuvvetlerini Avrupa tarzında teşkil etmekti… Sefir, bu gayeler için iyi seçilmişti. Napolyonun pek sevdiği Sebastiani genç, güzel, muhteris, cesur ve asker olduğu kadar siyasiydi.

Korsikanın maceracı zekâsile Fransız zarafetini ve İtalyan diplomatlığını şahsında birleştiriyordu. Böylelikle, üçüncü Selimi teshite muvaffak olmuştu.”

Meclisi vükela istişare ederek İngiliz donanmasına mukavemet kabil olamıyacağına, düşmandan gelen teklifin kabul edilmesine karar verdi. Ve bu karar Sebastianiye bildirilip avdeti hunkâr kurenasından İsmail beyle kendisinden nazikâne rica edildi. Sebastiani ise kendisinin sefir olduğunu, resmi tebligat olmadıkça İstanbuldan çıkamıyacağını söyliyerek itizar etti ve reis efendiye (Hariciye Nazırına) giderek dedi ki:

– Böyle beş on gemiye bir payitahtı teslim etmek ne demektir? Bundan sonra devlet, istiklâl ve temamiyeti mülkiye sözünü ne yüzle ağıza alabilir? Bu donanmada asker yok ki karaya döküp memleketi zapdetsin? Sahillere kâfi mikdar top koysanız gemileri tahrib edebilirsiniz. Onların tehlikesi sizinkinden ziyadedir. Zira hem ateşinizden, hem sudan, hem rüzgârdan ve karaya düşmekten korkarlar. Bunlar hep kendilerine müsaid olup sizin ateşinize galebe dahi etseler ne yapabilirler? Nihayet İstanbulun birkaç mahallesini yakıp girerler. İstanbulda bu kadar yangınlar oluyor. Farzedin ki biri daha oldu… Yanan yerine yapılır, lâkin devletin namusu esasından yıkılırsa yapılamaz!”

Garib tesadüf tam o gün, Napolyonun da Vistül nehri kenarından üçüncü Selime yazdığı bir rnektub gelmişti:

“Sana yaklaştım. Ordularımdan biri Tuna sahillerine inmek üzeredir. Moskofları cephelerinden vurduğun vakit benim ordum da arkalarından çevirecektir!” dlyordu.

Bunun üzerine, padişaha yeni bir celadet geldi. Vükelâ eski kararı bozup müdafaaya karar verdi. İngilizlerle pazarlığı uzatıp günden güne tehir ettiler. Bu esnada, İstanbul geceli gündüzlü çalışarak, sahiller ve donanma kuvvetlendiriliyordu.

Bir gün Sultan Selim, Ahırkapıda Cezayirli Ali beye rasladı. Bahriyeli olan bu zat:

– Korkacak bir şey yoktur. Kulunuza bir kaç sefine verin. İngillz donanmasının hakkından gelirim! – dedi.

Padişah bu cesur adamı hemen başbuğ yapıp tersanedeki yirmi gemiyi teçhiz ederek emrine verdi.

Ve yeniçeri ağasına sordu:

  • Sen ne dersin? Düşmanlar bizden İstanbulu istiyor.
  • Bütün ocaklıdan başka halk da cenge hazırdır. Fermanına muntazırız.
  • Öyleyse gemilere dalkılıç yazılsın!

İstanbulun uğradığı felaket karşısında herkes fevkalade hiddetli olduğu için, bir gü zarfında 7500 dalkılıç yazıldı. Bunlar, canlarını feda ederek İngiliz donanmasına baskın vermek istiyen fedailerdi.

Diğer taraftan, İstanbul civarı da baskını haber almıştı. İngiliz donanması, bütün bunlardan bihaber, sefirle vükelâ arasında müzakereler devam ediyordu.

Şile, İznik, Adapazarı, Gebze de, İstanbulun müdafaası için hayli kuvvetler göndermişti. Şileliler donanmaya memur edildiler. Diğerleri de Kadıköy, Fenerbahçe gibi mevkilere yerleştiler.

Fenerbahçedekilerden bir kısmı, karşı Kınalıadaya geçip fırsat gözledi. Birkaç İngillz sandalı da su almak için oraya geldikleri vakit aralarında muharebeye giriştiler. İngilizlerin yedi neferi öldü. Bir o kadarı da esir düştü ki, aralarında donanma amiralının pek genç oğlu da bulunuyordu.

Türkler hemen esirlerile beraber geri döndüler ve selâmet sahiline vardılar. Amiralin oğlunu padişah sarayına takdim etmeleri üzerine, kendilerine üçüncü Selim tarafından kırkar altın bahşişle birer çelenk ihsan edildi.

Çocuk Kaptan paşaya teslim edilerek onun tarafından gizlice İngiliz donanmasına aşırılmıştır.

Bu gazilerin böylece mükâfata nail olmaları birçok kimseyi heveslendirdi. Artık balıkçılar, ufak kayıklarla İngiliz donanmasının etrafında dolaşarak bir gemiden öbürüne giden sandalları esir etmeğe cesaret eder oldular. Kartal Kariyesi Subaşısı elli cesur adamile ve iki çakaloz topile Kınalıadaya geçip suya gelen İngilizleri izaca başladığı için ingiliz amiralı bunların üzerine iki topla birkaç yüz nefer gönderdi. Gerçi galib gelip çakaloz toplarını ellerinden alabildiyse de İngilizler hayli telefat verdiler.

Subaşı askerlerile dağın tepesine çıkıp oradaki manastırın pencerelerinden tüfek atarak müdafaaya girişti. İngilizler topla bunları tazyika başladılarsa da içlerinde âlâ şişhane atan nişancılar bulunduğu için İngiliz topçularını imha ettiler.

Nihayet gece olup mukateleye fasıla verilmiştir. Subaşı da karanlıkta manastırdan çıkıp adanın arkasında hazır duran kayıklara binerek selâmet yakasına geçmiştir.

Devam eden pazarlıklarda, düşman şeraitini gittikçe hafifletiyordu. Meselâ, donanmanın kendisine tesliminden de vazgeçmişti. Fakat İstanbul bu şartları da kabul etmedi.

Bu sırada hava değişti. İngiliz donanması, poyrazı kaçırır da geri dönmezse ve lodosa yakalanırsa, tarumar olacağını anladı. Kınalı önünden demir aldı, yelken açtı. Boğaz önünde duran donanma da muharebeye hazırlanarak harekete geçti. Fakat amiral Dukworth sahiller civarında aşağı yukarı volta ederek epeyce tahkimat yapıldığına kanaat getirince, İstanbulluların sevinç nidaları arasında gerisin geri Çanakkaleye doğru yol aldı.

Bu sefer, Boğazlar da gayretle tahkim edildiği ve mukavemet gösterdiği için, İngiliz donanması, çıkarken epeyce tartaklandı.

  • ••

İşte, Kınalıadanın bir de böyle Türk kahramanlığı macerası vardır. Adalar serisi münasebetile bunu zikretmemek haksızlık olurdu.

Yürük Çelebi

Akşam, 28 Haziran 1938, Salı


Yayınlanma Tarihi: 06 Haziran 2023  /  Son Güncellenme: 06 Haziran 2023


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.