Paylaş
Tüm Sayılar      2023      Sayı 219 – Eylül 2023      Adalı Portreleri: Ediz Hun

Adalı Portreleri: Ediz Hun


“Büyükada’nın en yakışıklı beyefendisi”

Başlık yine bir Büyükadalı’dan. Yazar Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi kitabının adı, darda kalanların başvurduğu bir can simidi, giderek bir klasik oldu. Ama inanın Ediz Hun’u anlatmak kolay değil.  2008 yılında 27. İstanbul Film Festivali’nde ona Onur Ödülü verildi. Ve törende sinemada kalmasını sağlayan yönetmen Ülkü Erakalın’a da onu anlatma görevi düştü. Erakalın da onun hakkında yazmak, onu sözcüklere sıkıştırmakta bayağı zorlanmış ve özetle şunları söylemişti:

“Zor bir istek bu… Ediz Hun’u yazmak… “Türk sinemasının gelmiş geçmiş en iyi oyuncularından biri” diyorsunuz… “Sinemamızın gelmiş geçmiş en beyefendi oyuncusu” diyorsunuz… Bütün bunlar yetmiyor o yıllar boyu Yeşilçam’ın küçümsenmesine rağmen her zaman adını altın harflerle yazdırdığı sinemamızda “var” oldu ve olacaktır da… (Sinema serüveninden örnekler verdikten sonra devam ediyor).  Ayrıca Ediz Hun benim için, aktörlüğünün yanı sıra insandır öncelikle… Kişiliğine silinmez imzalar atmış bir “beyefendi”dir üstüne üstlük. Hem de İstanbul beyefendisi… Katıksız.”

Anılar Köşesinde

Ediz Hun tam altmış üç yıldır Büyükada’da son derece yalın bir hayat yaşıyor. Ona çarşıda, yürüyüş yollarında, vapurda, motorda yaz-kış sıklıkla rastlamak mümkün. Sadeliğe düşkünlüğüyle görünmez olmayı dilese de, 1.87 boyu ve gülen gözleriyle gizlenmesi mümkün değil. Sakın gizlenmek istemesini şöhretin getirdiği seçkinlik olarak algılamayın, o sinemayı başladığı ilk andaki mahcup ve sevecen halini hâlâ tüketmemiş. Uzun sohbetimizde bu zarif mahcubiyeti hissetmek, çok etkiledi beni.

Yaşamın yüzde altmış beşinin rastlantıyla yönlendiğini, yüzde otuz beşinin de o rastlantıları kişinin değerlendirme yeteneği olduğunu düşünüyor. Bakalım o yaşam öyküsü size kendi rastlantılarınızı hatırlatacak mı?

“Hayatın yüzde altmış beşi rastlantıdır”

Ediz Hun 1940 yılının Kasım ayında Cihangir’de Alman Hastanesi’nde, felsefe öğretmeni Neşvet Hanım ile makina mühendisi Adnan Bey’in ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Doğum biraz zor olduğu için de tek çocuk olarak kalıyor. Çocukluk ve ergenlik yılları Cihangir’de geçiyor. Çok uslu bir çocuk ya da öğrenci olduğu söylenemez. Ama son tahlilde anne babasını da üzmekten kaçınan biri. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra Almanya Würzburg Üniversitesi’nde diş hekimliği eğitimine başlıyor. Buraya kadar fazla heyecan yok, heyecan 1963 yılında yaz tatilinde Büyükada’ya gelmesiyle başlıyor.

Babası Adnan Bey gazetede gördüğü bir ilan üzerine Büyükada Tepeköy’de deniz manzaralı, bir dönümden biraz büyük bir arsa almış. Rum ustaların ustalığıyla güzel bir ev inşa edilmiş. 1 Mayıs 1960 günü taşınmışlar. Doğayı, hayvanları, özellikle kedileri çok seven delikanlı Ediz için “Büyükada sevdası” karşılaştıkları ilk anda başlamış. Ve tabii ki okulu tatile girer girmez soluğu Büyükada’da almış.

Evlerinin bahçesi geniş davetlere sahiplik yapıyor. Rumelili Neşvet Hanım’ın kırlangıç balığından yaptığı salatalar ve Çerkes olan Adnan Bey’in Çerkes tavuğu bu sofraların unutulmaz lezzetleri olarak bugün bile ağzını sulandırıyor. 1963 yılının Haziran ayında, bu sofralardan birine Acar Film’in müdürü Sabahattin Sürmeligil konuk oluyor. İşte bir rastlantı. Sürmeligil, bence boyunu posunu, güzel bakan gözlerini görünce “Sinema Türkiye’de gelişmekte olan bir sektör, burada yer almak istemez misin? Bence fotoğraflarını çektir, Ses dergisi sinemaya yeni yüzler kazandırmak için bir yarışma düzenliyor. Bir başvur, bakalım ne olacak?” diyor. Beyoğlu’nda iki fotoğraf stüdyosunun adını veriyor. Biri İstiklal Caddesi üzerinde Foto Bella, diğeri bir ara sokakta Foto Stil. Mahcup delikanlı tabii ki ara sokağa girmeyi tercih ediyor. Fotoğraflar dergiye ulaştıktan kısa bir süre sonra elemeyi geçtiği haberi geliyor. Ardından da Temmuz ayında final için Bayramoğlu Plajı’na davet ediliyor. Finalistler arasında Ajda Pekkan, Hülya Koçyiğit, Ertuğrul Akbay, Süleyman Turan, Tunç Oral gibi sonradan ünlenecek isimler var. Voleybol oynayan erkek finalistlere şöyle bir bakıyor, kaslı ve bronz vücutlarıyla birbirinden yakışıklı delikanlılar. İncecik upuzun, pek de kaslı olmayan vücuduna bakıp “Hiç şansım yok” diye düşünüyor. Zaten şansı olsa ne olacak, yakında üniversiteye dönmek zorunda. Akşama dek türlü sınavlardan geçiyorlar, bıçak ve çatalı nasıl kullandıklarından, oturup kalkmalarının izlendiği sınavlar. Ve akşam sonuç açıklanıyor. Ajda Pekkan ve Ediz Hun seçiliyorlar. Bu yarışmayı kazanan kadın ve erkek bir filmde başrol oynayacak ve on iki bin beş yüz lira ücret alacaklar. O dönemde iyi bir Mercedes araba kırk-kırk beş bin lira. Yani ödül hiç fena değil.

Anne babası, kararı ona bırakıyor. Hatta babası üniversitede kaydını bir dönem için dondurmasını ve böylelikle kendini denemesini öneriyor. Burada anne babanın bu rahat tavrını ben içimden şöyle yorumluyorum: “Uzak diyarlarda okuyan biricik oğlumuz, oralarda başarıyı yakalarsa oralarda kalır ve bizim ömrümüz hasretle geçer. Belki bu, burada bizimle yaşaması için bir şanstır.” Yani ben olsam böyle düşünürüm, çünkü kazanacağı para bu güngörmüş aile için bir motivasyon kaynağı olamaz.

Kaydını donduruyor ama ne arayan ne soran var. Üniversitesinde ikinci dönemin başlamasına az kalmış, tam bavulunu hazırlarken telefon çalıyor. İşte tam zamanlamalı bir rastlantı daha. “Sizi Bostancı’da Madam Tamara’nın Köşkü’ne bekliyoruz. Genç Kızlar isimli bir filmde başrol erkek oyuncu olarak bir öğretmenini canlandıracaksınız.”

Neyi, nasıl canlandıracak? Ne senaryo görmüş, ne oyunculuk bilgisi var. Gidiyor. Altmış kızla dolu bir sınıfa giriyor. Öğrenciler arasında Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Zuhal Tan da var. Eli, ayağı buz kesiyor, kaskatı kesiliyor. Verilen suflelerle oynamaya çalışıyor. Biten filmi izlediğinde kendini bir iki sahne dışında beğenmiyor. “Bu iş buraya kadar” diye düşünerek Almanya’ya gidiş planına geçiyor. Ama film tutuyor. Genç kızların âşık olduğu öğretmen İskender çok beğeniliyor. Belki de o mahcup, tedirgin halinin role büyük katkısı olmuştur. Ve ikinci film için Ülkü Erakalın arıyor onu, “Ben kendimi beğenmedim” dese de, “Sinema resim sanatıdır. Ben size destek olacağım,” sözlerini duyduktan sonra senaryo da eline ulaşıyor. Ve yüz otuz bir filmlik Yeşilçam macerası başlıyor.

“Yeşilçam bana göre bir efsanedir”

1963 yılından 1974 yılına dek yüz otuz bir filmde başrol oynayan Ediz Hun, bu yoğun döneminde de sevdiği adadan, doğadan, hayvanlardan, her gün onlarla ilgili yeni bir şey öğrenmekten hiç vazgeçmiyor. Tabii ki aşklar da yaşıyor. Genel olarak sessiz ve derinden. Polemiklerin, reklam içerikli çıkışların, gece hayatının insanı olmuyor. Bir kez bir aktriste ciddi olarak gönlünü kaptırıyor. Ama bir ipte iki cambaz oynamaz misali “İki egonun çarpışmasından mutlu ve huzuru bir hayat çıkmaz” diyerek severek ayrılıyor. Ben de burada dedikoduya girip isim vermeyeceğim.

70’li yıllarda yeni jönler geliyor sinemaya. Tüm dünyada olduğu gibi. Tarık Akan, Kadir İnanır başı çekiyor. Tarık Akan’ın seçildiği jüride kendisi de var ve onu çok beğeniyor. Daha genç jönlerin sinemaya adım atmasıyla, gelen film teklifleri azalıyor. 1973 yılında bir etkinlikte tanıştığı Berna Hanım’la evleniyor ve kendine yeni yollar çizmek istiyor.  O dönemde Yeşilçam’da da O’nun kibar deyimiyle “uygunsuz filmler” furyası hızla yayılıyor. Dönem O’nu sinemadan uzaklaştırsa da Yeşilçam’a toz kondurmuyor:

“Yeşilçam bana göre efsanedir. Disiplinin, hoşgörünün, sevginin, dakik olmanın önemini bana aktaran çok önemli bir ekoldür”

Jön’ümüz bilim insanlığına adım atıyor

Hayatı yine bir rastlantıyla bambaşka bir yöne evriliyor. Hayvanlara olan sevgisi, araştırma merakı, 1971 yılında Almanya’dan iki iguana ile dönmesine neden oluyor. İgunaların bir çift olduğunu keşfedince de, dünyada doğal ortamda iguana yetiştiren ilk kişi oluyor. İçinde hep yanıp tutuşan bir bilimsel araştırma isteği var. 1974 yılında kızı Bengü doğuyor. 1976 yılında eşine Norveç’de eğitim alma arzusunu anlattığında, eşi Berna Hanım, “Tamam” diyor, “hep birlikte gideriz.”

Iguana çalışmalarının filmi ve fotoğraflarıyla Oslo Üniversitesi’ne başvuruyor. Orada marin biyoloji, kimya ve çevre bilimleri eğitimi alıyor. Kursları birincilikle, üniversiteyi ise ikincilikle bitiriyor. Yüksek lisansını da yapıyor. Yedi yılı Avrupa’nın kuzeyinde çevre bilincini geliştirmek ve deniz canlılarını araştırmakla geçiyor. Hocaları orada akademik hayatını sürdürmesini istese de aklı anne ve babasında. Yaş almış olduklarını, yanlarında olması gerektiğini düşünerek Türkiye’ye dönüyor. Norveç yıllarında 1981 yılında oğlu Burak doğuyor.

“İyi ki de döndüm. Bir kardeşim olsa belki o kadar endişelenmezdim. Ama döndükten iki yıl sonra babamı, yedi yıl sonra da annemi kaybettim. Son yıllarında iyi ki onlarla beraber olmuşum.”

Türkiye’ye dönünce yepyeni bir iş koluna soyunuyor: matbaacılık. Pek çok iş ile birlikte bu işini de yirmi yıl sürdürüyor. Zaten onunla biraz zaman geçirince asla durdurulamaz olduğunu anlıyorsunuz. Yaş alıp da genç kalmasının sırlarından biri de bu, hep yeni projeler, hep çok çalışmak. Sohbetimiz sırasında bana da yapabileceğim yeni projeler öğütlüyor: “Beyin sürekli meşgul olmalı, yoksa tembelleşir ve unutmaya başlar. “

Milletvekilliğine uzanan siyaset yolculuğu

Norveç’te aldığı eğitim ona bir yandan da Türkiye’de üniversitelerin kapısını açıyor. İstanbul Üniversitesi ve pek çok özel üniversitede uzun yıllardır, biyoloji ve çevre bilimleri alanında hocalık yapıyor. Tabii istek üzerine sinema dersleri de veriyor. Bu kadar da değil 1991-93 yılları arasında Çevre Bakanlığı başdanışmanı oluyor ve İstanbul Çevre İl Müdürlüğü’nü üstleniyor. Çevre bilincini yayma ve geliştirme mücadelesi siyasilerin dikkatini çekince 1999-2002 yılları arasında Anavatan Partisi’nden İstanbul milletvekili oluyor. Ve Meclis’te Çevre Komisyonu başkanı olarak çalışıyor.

Annesi Atatürk ile

Onun aktif yaşamını kovalarken belki biraz yoruldunuz. 80’ler, 90’larda rol aldığı televizyon dizileri de var. Yani oyunculuktan da kopamadı. Ve bir bomba daha, tam 80 yaşında ilk kez tiyatro sahnesine çıkıyor. Agatha Christie’nin On Küçük Zenci eseri On Kişiydiler adıyla sahneleniyor. Önemli rollerden biri Ediz Hun’un.

“Tiyatro, sinemadan çok farklı. Çok çalışmak, ezber yapmak, sesini duyurmak gerekiyor. Düşündüm çok çalışmak gerektiği için kabul ettim, eşime de beni unut, odamdayım artık dedim. Ada’dan şehre gidip gelirken her an ezber yaptım. Ve tiyatroyu çok sevdim.” Bu oyuna pandemi mola verdiriyor ama pandemi sonrası ikinci oyunla yeniden sahneye çıkıyor. Bu kez oyun iki kişilik ve rol arkadaşı da sinemanın ünlü yüzlerinden Selma Güneri. Oyunun adı: Muhteşem İkili. Çok beğenilen bir komedi Pek çok yerde kapalı gişe oynadı, önümüzdeki sezon da devam edebilir.

Pandemi deyince Ediz Hun evine kapanıp bunaldı mı dersiniz? Hayır. Film Gibi Geçti adıyla hayatını anlatan kitabı hazırladı, yaşamının belgesel film olması için ön çalışmaları tamamladı ve kaktüs koleksiyonunu korudu ve geliştirdi.

Kaktüs dünyası

Ediz Hun, 70’li yılların başında annesinin ısrarıyla deniz kıyısında bir arsa alıyor. (Tabii şimdi ancak denize yakın diyebiliriz, Türkiye’de denizler her yıl biraz daha küçülür, kara parçaları dolgu halinde büyür ya) 1973 yılında da Tepeköy’deki evden sahilde yaptırdıkları eve taşınıyorlar. Evin en üst katı, Ediz Hun’un hobi ve çalışma ofisi.  Büyülü bir dünya. Fotoğraflar bu dünyayı yansıtır mı bilemiyorum ama o alana girmiş olmaktan ötürü kendimi şanslı hissediyorum. Ömrünüzde bir arada göremeyeceğiniz üç bini aşkın kaktüs, iki binin üzerinde tür var. İnsan nasıl böyle bir koleksiyonu toplar ve canlı tutar, o kaktüslere inanılmaz çiçekler açtırır bilemiyorum. Dünyanın her köşesinden kaktüsler var. Sonbaharda Prag’a kaktüs fuarına gidecek. Artık nerdeyse yalnızca bu koleksiyonu için dünyayı geziyor. Türkiye’de kaktüs koleksiyoncularının sayısı bir elin parmaklarını geçmiyormuş.

Ediz Hun’u kendi çalışma alanında görünce onun disiplinli çalışmalarının yanısıra nasıl tutkulu ve duygulu biri olduğunu da keşfediyorsunuz. Ziyaretine gelen pek çok kediye bakıyor; bu büyülü dünyaya en rahat girip çıkanlar adanın sokak kedileri.

“Ada” deyince akan sular duruyor, gözleri ışıldıyor:

“Dile kolay altmış üç yıldır buradayım. Kış aylarında iki üç günde bir geliyorum. Ada benim rehabilitasyon alanım. Kişiliğime çok şey kattığına inanıyorum. Ada olmasa ben İstanbul’da yaşayamazdım. Ege’ye göç ederdim belki.”

Ediz Hun’un “rehabilitasyon alanım” dediği Büyükada O’nun koruyucu sığınağı, kalkanı da olmuş bana göre. Rekabetin en güçlü olduğu alanlarda mücadele etmiş:  sinema, akademi, siyaset, tiyatro, hatta matbaacılığı da unutmazsak ticaret. Bunca geniş bir çerçeve içinde çalışırken, sakinliğini korumasında ada yaşamının etkisi önemli bir etken olmuş.  Doğanın içinde tutkuyla yaşarken, yaş almış ama hiç yaşlanmamış, Belki de hayatının en şanslı rastlantısı babası Adnan Bey’in gazetede gördüğü o küçük ilan: “Büyükada’da deniz manzaralı bin yüz metrekare arsa.”


Yayınlanma Tarihi: 08 Eylül 2023  /  Son Güncellenme: 08 Eylül 2023


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.