Paylaş
Tüm Sayılar      2022      Sayı 201 – Mart 2022      Yahudi Soykırımı’nın Kadınları

Yahudi Soykırımı’nın Kadınları


Auschwitz-Birkenau-Kadınlar Koğuşu | Galerie Bilderwelt Getty

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımı geçirdiğim apartmandaki komşumuz Beyaz Rus Yahudisi Madam Sophia Mandel, Rus İhtilali’nin başladığı yıllarda gemi ile Osmanlı topraklarına kaçmış, şehre giriş izni verilmeden önce de Büyükada’da o dönemde askeri karargâh olarak kullanılan Rum Yetimhanesi’nde uzun ve sancılı bir karantina sürecini geçirmişti. Avrupa’ya göçen kız kardeşi ise II. Dünya Savaşı sırasında toplama kapına alınmış, zorlukla yaşama tutunabilmişti. Madam Mandel Adalar’dan Beyoğlu’na uzanan renkli ama bir o kadar da trajik yaşantısından anıları bizimle paylaşırken, sessiz kalmış olmanın yükünü taşıyordu omuzlarında. Bu yazıyı Mandel kardeşlerin verdiği ilhamla sesini duyuramamış bütün kadınlara, kadın dayanışmasına ithaf ediyorum.

1980ler’in sonunda kimi feminist sosyologlar, “feminist devrim”[1]in, sosyoloji alanında eksik olduğundan duydukları endişeyi dile getirmekteydi. Cinsiyetçi önyargıları ve kadınların deneyimlerini irdeleyen ilk adımlar atılmıştı; yine de yeni paradigmalar inşa etme girişimleri çok yavaş ilerliyordu. Antropoloji ya da edebiyat gibi alanlar bu dönüşümü gerçekleştirmeyi başardılarsa da, sosyolojide kadınların hala bir cinsiyet değişkeni (gender variable) olarak ele alınması, kadınların deneyimlerinin bir alt kategori olan ev ve aileyle kısıtlı tutulması sürmekteydi. Deneyim demişken bir noktaya değinmekte fayda var: “Deneyim” sözcüğü yaşanan insanlık trajedilerini ve soykırımı hafifletmekte. Bu yüzden bu yazıdaki “deneyim” sözcüğünü, acıları ve trajediyi vurgulamak için her zaman büyük harfle başlatıyorum.

Kadınların cinsiyet değişkeni olarak ele alınmasına dair önemli bir çalışma var: Joan Ringelheim[2] 1992 yılında yayınladığı makalesinde, Yahudi Soykırımı ile ilgili birinci el sözlü tarih çalışmaları yapan akademisyenlerin cinsiyeti görmezden gelip, ağırlıkla erkeklerin toplama kampı Deneyimine kulak vererek bunu bir “insan deneyimi” şeklinde genelleme eğiliminde olduklarını yazar. Oysa, Yahudi Soykırımı çalışmalarında cinsiyet, salt bir “değişken” olarak ele alınamaz. Kadın ve erkeğin farklı Deneyimleri üzerine yoğunlaşmak, elbette ki yaşananlardaki ortak paydaları görmezden gelmemize yol açmayacak. Ancak, burada kritik konu, kadınların toplama kampları yaşamında hayatta kalabilme gücü ve mekanizmalarını nasıl yaratabildikleridir. Bu konu odak noktası yapılmadığında Kadın ve Deneyimler sosyolojik genellemeler içinde kaybolmaktadır. Şunu da gözden kaçırmamak gerekir: Toplama kamplarında ve gettolarda kadınların erkeklerden daha üstün yaşam becerilerine sahip olduğu savı, anti-Semitizm gibi derin ve ciddi bir tehdide cinsiyetçi bir yaklaşımı bulaştırabiliyor. O yüzden de, burada tanınması ve anlaşılması gereken temel unsur, kadınların hayatta kalma becerilerinin erkeklerden daha üstün olup olmadığı değil, Soykırım çalışmalarının kadın Deneyimini daha geniş -ve erkek odaklı- bir potada nötralize etmemesi gerektiği gerçeğidir.[3]

Gender and Destiny: Women Writers and the Holocaust[4] başlıklı kitabında, Marlene E. Heinemann kadın ve erkeklerin toplama kamplarındaki Deneyimlerinin benzer olduğuna dair yerleşmiş genel kanıyı çok net bir biçimde çürütmekle kalmayıp, kamp-öncesi yaşam biçimlerinin ve kadınlara biçilmiş sosyal rollerin de kamptan sağ çıkabilmekte önemli bir rol oynadığı tezini ortaya atıyor. Soykırımdan sağ kurtulabilenlerin anılarını ve Soykırım Deneyimini analiz eden ikincil kaynaklara da baktığımızda, Heinemann’ın gözlemlerinde ciddi bir doğruluk payı olduğu ortaya çıkıyor.  Yaşanan tarifsiz ve tahayyül edilmesi güç acı karşısında dahi, biyolojik farklılıkları ve sosyal anlamda diretilmiş rol tanımları yüzünden (ya da belki sayesinde) kadınlarla erkeklerin tüm yaşananlarla cinsiyete-özgü biçimlerle mücadele ettikleri görülüyor. Örneğin Sybil Milton, “Women and the Holocaust: The Case of German and German-Jewish Women” başlıklı makalesinde bu görüşü destekliyor ve her iki cinsin de sistematik soykırıma maruz kalmasına rağmen Deneyimlerinin çok farklı olduğunu ve bu şekilde değerlendirilmesi gerektiğini savlıyor.

Kısa bir tarih hatırlatması yapalım

Eylül 1935’de Nürnberg Yasalarının kabulü ile anti-Semitizm yasallık kazanmış, yalnızca Aryan ırkından olanların Reich’ın vatandaşı olabileceği kabul edilmişti. 1940’a gelindiğinde toplu sürgünler başlamış, Almanya Polonya ve Kuzey Fransa’yı işgal etmişti. 1940 Şubat’ından itibaren sürülen Yahudiler’in sayıları katlanarak artmıştı. 1939-1945 arası Almanya Avrupa’nın büyük bir kısmını ele geçirmiş, Polonya’daki Yahudi nüfusun %90’ını, Hollanda’dakinin %75’ini ve İtalya’dakinin de %20’sini sürmüş ya da katletmişti.

Felaketler aslında 1935’den evvel başlamıştı. Yahudiler’e yönelik ayrımcılığın ilk işaretleri ise bu yıllardan önceye dayanıyordu: 1933’den itibaren Yahudiler’in sahip olduğu dükkanları boykot eylemleri hız kazanmış, Yahudiler’in sivil hakları ve ekonomik hayattaki yerleri sistematik olarak sınırlanmakla kalmayıp, yerel ve ulusal yönetimdeki cemaat üyeleri işten çıkartılmaya başlanmıştı. 1933-1939 yılları arasına geldiğimizde ise artık çok sayıda Yahudi kadının tutuklandığını, işkence gördüğünü ve Alman hapishanelerine gönderildiğini görüyoruz. O süreçteki tutuklanmaların çoğu politik ve “bireysel”[5] olarak tanımlanmaktaydı. Milton’ın verdiği bilgiye göre, 1939-1945 arasında ise 130bin’den fazla kadın Ravensbruck kampına gönderilmişti.

Hayatta Kalma Becerisinde Kadınlık

Başlarda, Gotteszell gibi kamplarda kadınlara fizikselden ziyade sözlü şiddet uygulanıyor, dikiş ve örgü gibi faaliyetlere devam etmelerine izin veriliyordu. Yine önceleri yalnızca kadınlara mahsus Ravensbruck kampının erken dönemlerinde ölüm oranları erkek kamplarına göre daha düşüktü. Örneğin, Ağustos 1942 kayıtlarına göre, kadınlarda bu oran ayda %27 iken, erkeklerde %84’dü… Milton bu ciddi farkı, yukarıda da belirttiğim gibi, kadınların sahip olduğu yaşam becerileri ve aile sistemi kurabilme yetileri ile açıklıyor.

Milton’a göre, kadınların kampta hayatta kalabilmelerinin önemli bir sebebi, sosyal olarak öğrenilmiş eşit ve kısıtlı miktarda yemeği paylaştırma/ayırma becerilerinden ileri geliyordu. Bu da açlığa, erkeklere oranla daha fazla dayanabilmelerini sağlıyordu. Aynı şekilde, temizlik işleri kadınların bildik “ev işi” rutini ile rahatlamalarını sağlıyor, bir yandan da kamp dışındaki “gerçek hayat” ile psikolojik bağı sürdürmelerine yardımcı oluyordu. Dikiş ve örgü becerileri, kendilerine verilen paçavraları bir araya getirerek örtünmelerine yardımcı oluyor, dil ve daktilo becerileri ise kampın kapalı alanlarında işe koyulmalarına yarıyordu.

Yine de kimi akademisyenler, “stratejik”[6] olarak kullanılmadıkça bu yetilerin yetersiz kaldığını öne sürüyor. Zira, toplama kampında hayatta kalabilmenin en önemli yolu mahkûmlar arasında kurulan stratejik bağlardan geçiyordu. Biyolojik ailelerinden koparıldıktan sonra pek çok kadın, diğer mahkûmlarla benzer aile ilişkileri kurmayı becerebiliyor, kendilerine böylece psikolojik ve manevi yönlerde destek ortamı yaratıyorlardı. Bu bağlar dini veya politik görüşe göre kurulabilse de, esas önemli etken, aynı alana yerleştirilmiş ve birbirlerini tanımayan kadınların korumacı ve anaç dürtülerle “küçük aileler” kurabilmesi ve o tarifsiz ölçüdeki vahşi koşullarda psikolojik yönden kendilerine bir çıkış yolu yaratabilmesiydi.

Naziler, belli bir süre sonra kadınların aralarında kurdukları dostluk ve dayanışmanın yaşama tutunabilmelerindeki en kritik faktör olduğunu görerek, kadınlara uygulanabilecek en ağır cezalardan birinin hücrede tecrit olduğuna karar vermişlerdi.[7] Toplama kampından sağ kurtulabilen Avusturya doğumlu (d.1922-) Alman dili ve edebiyatı profesörü Susan E. Cernyak-Spatz, “Arkadaşlıklar kurmak zorundaydık. Arkadaşlık olmadan hayatta kalmak söz konusu değildi. Yalnızca fiziksel olarak değil, bize ilham ve cesaret vermesi için de kamp arkadaşlıkları hayati önem taşıyordu,” diye yazar anılarında.[8] Kamp koşullarında kadınların erkeklere oranla daha dayanıklı olmasının bir başka sebebi de empati kurma becerisiydi. Hayatta kalabilmek için kaçınılmaz olarak bencilliğin ağır basması gereken bir ortamda, kadınlar her sabah güçlerini birbirlerinin hizmetine veriyor, gruplarındaki diğer kadınları hem fiziksel hem de manevi yönden korumaya alıyorlardı.[9]

Burada ilginç bir görüşe yer vermekte fayda var: Kadınların sosyal becerilerinin sağ kalabilmelerindeki önemini vurgularken Heinemann aynı zamanda bu bağı Nancy Chodorow’un temel Freudyen kavramları yeniden yorumlayışıyla birleştiriyor. Bir başka değişle, kadın mahkûmların birbirlerine karşı üstlendikleri ve koruma içgüdüsüyle beslenen bu “anaç” rol, Chodorow’ın her kadının kendisini “annesinin bir devamı olarak gördüğü” tezini yansıtıyor. Bu sav, salt kamplarda değil gettolarda yaşam mücadelesi veren ve hayatta kalabilen Yahudi kadınların anlatılarında çok net bir biçimde çıkıyor karşımıza: “Esas görevim… neredeyse iki yüz Yahudi’yi hayatta tutabilmekti…Onlara bakmak, destek olmak. […] Bana emanet edilen insanların ihtiyaçlarına karşılık verebilmek beni yaşama bağlıyordu.” diye anlatıyor Leesha Rose.[10]

Elbette ki bu, erkeklerin de dostluk bağları kur(a)madığı anlamına gelmiyor; erkek ve kadın arasındaki fark, söz konusu bağların kurulup kurulamadığında değil, kadınların kendi annelerinden sosyal anlamda öğrendiği “annelik” rolünü çok daha kolaylıkla üstlenerek birbirilerine “bakabilme” yetilerinde yatıyor. To Tell at Last başlıklı kitabında Blanca Rosenberg bu gerçeği çok çarpıcı bir biçimde dile getiriyor: “Soykırım yıllarında hayatta kalmamı sağlayanları düşünmediğim bir tek günüm olmadı. Başta öteki-ben’im (alter ego) olan Maria Rosenbloom olmak üzere, her birine kandan çok daha güçlü bağlarla bağlıyım.”[11]

Ölüm Tek Gündem

Tüm bu hayatta kalma becerilerine rağmen kısa bir süre içinde kamp koşulları cehenneme çevrildi. Bu yüzden hayatta kalmaya yönelik tüm becerilerine rağmen kadın ölümlerinde de artışlar oldu. Bu artışta en önemli etken ise kampların tıbbi deney ve toplu imha alanlarına dönüşmesiydi. Kadınlar arasında seçim yapılıyor ve tek tek ya da toplu şekilde imha ediliyorlardı. Hangi kadının öldürüleceği nasıl seçiliyordu? Bu konu dikkatle araştırılmıştır.

Önce sözlü tarih yöntemiyle yapılan görüşmelerden bir örnek vermek isterim. Hayatta kalabilen kadınlardan bazıları yapılan seçim hakkında şöyle söylüyorlardı: “Gaz odasına gönderileceklerle yaşamak üzere bırakılanlar arasındaki ‘seçim’in neye göre yapıldığını bilmiyorduk. Hiçbir sebep ya da mantık gözetmeksizin, rastgele seçiliyorduk; bazen bir yüz, bir burun, ya da o gün doldurulması gereken bir kota…[12] Bu acılara maruz kalanlar bilmeseler de yapılan Soykırım Çalışmaları, gaz odasına göndermedeki kıstasın cinsiyet odaklı ve sistematik olduğunu gösteriyor: Çoğu durumda, hasta, 45 yaş ve üzeri, ya da küçük çocukları olan kadınlar doğrudan gaz odalarına gönderiliyordu. Bu “seçim” cinsiyet gözetmeksizin 15 yaş altı çocukları da kapsıyordu. Kamplara alınan kadınlar etnik kökenlerine göre de gruplara ayrılıyordu. Heinemann’a[13] göre de, doğurganlık ve cinsellik Naziler’in kadın mahkûmlara tutumunu belirleyen iki önemli etkendi. Aryan kanının kirleneceğine dair inançla konulmuş Yahudi kadınlara tecavüz yasağı[14] sıklıkla ihlal ediliyor, kadınlar, nöbetçiler tarafından cinsel tacize ya da tecavüze uğruyorlardı. Durmaksızın sözlü tacize uğrayan ve çoğunlukla “fahişe” olarak çağrılan kadınlar ikilem içindeydiler: üreyemedikleri takdirde hayatta kalmalarının bir anlamı olmadığını düşünürlerken, kampta hamile kalmanın da ölüm demek olduğunu biliyorlardı Tecavüz sonucu hamile kalan kadınlara çıkış yolu olmadığı gibi, kalmayanlarda da yaşam ümidi gözükmüyordu.

Kısa Sonuç

Yahudi Soykırımı’nın kadınları özelinde mercek altına almaya çalıştığım bu konu, bitmeyen savaşların yanı sıra barış ortamında dahi sürekli ayrımcılığa, ötekileştirmeye, şiddete maruz kalan hemcinslerimin gücü ve yetileri konusunda çok hayati bir örnek teşkil ediyor. Sessizliklerini yıllarca korumuş ya da korumaya teşvik edilmiş kadınların yaşadıklarını -yalnızca Soykırım özelinde değil, her alanda- dünyaya haykırabilmeleri çok büyük bir metanet ve cesaret gerektiriyor. Bu haykırışa kulak verilmesini sağlamak da yine kadınların uçsuz bucaksız gücüyle, dayanışmasıyla, birlik olabilme yetisiyle mümkün kılınıyor.

Salt 8 Mart’ta, “seçilmiş” bir günde değil ama her an, her ortamda ve koşulda gücünü gösterecek, sesini duyuracak, “kazanmaya” gerek duymaksızın zaten sahip olmaları gereken haklarını ve eşitliği göğüslerinde taşıyacak kadınlar! Günümüz değil, kadınlığımız, dişiliğimiz, anaçlığımız kutlu olsun.

Auschwitz’de Kadınlar Bölümü | AP

Auschwitz | AFP

Ormana idama götürülen Polonyalı kadınlar | Shutterstock

Plaszow’da zorla çalıştırılan kadın mahkumlar | USHMM

KAYNAKLAR:

Hass, Gerda. These I Do Remember: Fragments from the Holocaust, The Cumberland Press, 1982.

Heinemann, Marlene E. Gender and Destiny: Women Writers and the Holocaust. Greenwood Press, CT, 1986.

Linden, Ruth. Making Stories, Making Selves: Feminist Reflections on the Holocaust, Columbus: Ohio State University Press, 1993.

Milton, Sybil. “Women and the Holocaust,” in When Biology Becomes Destiny, Bridenthal, Grossman, and Kaplan eds., Monthly Review, 1984.

Ringelheim, J. “The Holocaust: Taking Women into Account,” in The Jewish Quarterly, Autumn 1992, s. 19-23.

Rittner and Myers. eds., The Courage to Care, New York University Press, 1986.

Rosenberg and Myers. eds. Echoes from the Holocaust, Temple University Press, 1988.

Rosenberg, Blanca. To Tell at Last: Survival Under False Identity 1941-1945. Urbana: University of Illinois Press, 1993.

Smith, Bonnie G. Changing Lives: Women in European History since 1700, D.C. Heath and Company, 1989.

Stacy and Thorne. “The Missing Feminist Revolution in Sociology,” in Social Problems, 32. No. 4 Nisan 1985, s. 301-316.

Makale içi referasnlar

[1] Stacey & Thorne, “The Missing Feminist Revolution in Sociology”.

[2] Joan Ringelheim, “The Holocaust: Taking Women into Account,” s. 21.

[3] Ringelheim, s. 21.

[4] Marlene E. Heinemann, Gender and Destiny: Women Writers and the Holocaust, s. 14.

[5] Tanım Sybil Milton’a ait, s. 301.

[6] Bkz. Linden. Bu bağlamda “stratejik”, mahkûmların kaderlerini değiştireceğine inandıkları beşerî ilişkileri görüp sürdürmeleri anlamını taşıyor.

[7] Milton, s. 307.

[8] Linden, s. 98.

[9] Ibid., s. 99.

[10] Ibid. s. 131.

[11] Rosenberg, s. 170.

[12] Linden, s. 93.

[13] Heinemann, s. 16.

[14] 15 Eylül 1935 tarihli, “Alman Kanı ve Alman Onurunu Koruma Kanunu”. Bkz. Heinemann, Gender and Destiny, s. 15.


Yayınlanma Tarihi: 05 Mart 2022  /  Son Güncellenme: 07 Mart 2022


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.