Paylaş
Tüm Sayılar      2022      Sayı 206 – Ağustos 2022      Kırmızı Arabanın Büyükada Yolculuğu

Kırmızı Arabanın Büyükada Yolculuğu


Lavanta Günleri’nin hazırlık sürecinde Adalar Müzesi’nin bahçesine yerleştirilecek ürün tezgâhları için olasılıkları değerlendirmeye başlamıştık. Şöyle bir masa mı olsa, böyle bir gölgelik mi derken, etrafa serpiştirilebilecek eskici arabaları geldi aklımıza. Öyle ya, birkaç el arabası, birkaç da simitçi ve/ya balıkçı tablası ile ortama iyiden iyiye pazar havası katabilirdik. Bunun üzerine hemen kolları sıvayıp acaba böyle bir araba nereden edinilir, ikinci eli var mı diye bilumum sitelerde gezinmeye başladım. İstanbul sınırları içinde, fiyatı da nispeten makul bir araba karşıma çıkınca sahibi Ahmet Bey ile temasa geçtim ve Fatih Karagümrük’te bulunduğunu öğrenip hemen yola koyuldum. Maksat macera!

Lavanta Günleri için Tahtakale’ye de uğrayacağımdan, önce bildik birkaç dükkân ziyareti yaptım; kurabiye poşeti, kurdele derken yoldan matrak bir yaprak sarma aleti, birkaç mutfak edevatı daha toparlayıp Küçükpazar’a yöneldim. Birkaç gün öncesinde yolda rastladığım bir eskiciye arabaların nerede üretildiği sormuş, Küçükpazar’da menbası olduğunu öğrenmiştim. Tahtakale’den yürüye yürüye Küçükpazar’a gittim ve karşılıklı iki dükkânda ahşap ve demir el arabası üreten ustaları buldum. Arabalar tek kelimeyle enfesti; boy boy, farklı tasarımlarda, altına eşya koyacak dolabı olan mı istersiniz, bisiklet tekeri ile donatılmış olanlar mı, hepsi orada. Üstelik imalatı da iki-üç gün sürüyordu. Çay eşliğinde bolca lafladıktan sonra, keşfimden son derece tatmin olmuş bir şekilde taksiye atladım ve doğru Karagümrük’e yollandım.  Ahmet Bey ile ana caddedeki bankalardan birinin önünde buluşmak üzere sözleşmiştik; nitekim hastanede uzun süredir tedavi gören kızı ile beni aldılar ve arabanın zincirle bağlı durduğu ara sokaklardan birine yöneldik. Algıda seçicilik olsa gerek, etrafta başka arabalar da gözüme ilişmeye başladı. Bir süre sonra anladım ki el arabası bağlamanın da bir raconu var. Öyle gelişigüzel bırakılmıyor arabalar; tabla kısmı duvara bakacak şekilde dikine kaldırılıyor ya da yan yatırılıyor, zincir ve asma kilit ile bir direğe bağlanıyor. Ahmet Bey uzun yıllar arabası ile simitçilik yapmış. Ancak gerek kızının tedavisi ile gitgide zorlaşan hayat şartları, gerekse kimi zabıta memurlarının kestiği haraçlar arabasını satma zorunluluğu doğurmuş. Helalleştik, kırmızı demir arabayı teslim aldım ve dedim ki, e çok bir mesafe değil, ben şimdi salarım kendimi yokuştan, Fener, Balat, Karaköy derken elbet Kabataş’a varırım bir şekilde.

Çantamı ve Tahtakale ganimetlerimi arabaya yükleyip dolana dolana kafamda çizdiğim rotayı takip etmeye başladım. El arabası ile sokaklarda gezinmek ne kadar müthiş bir özgürlükmüş! Arabanın manevra kabiliyeti şahane, otomobiller geçerken yol veriyor, tablayı boş gören minikler, “abla bir tur gezdirsene” diye üzerine çıkmak istiyor. Arada “Eskiciiiiea” diye bağırınca kimse yadırgamıyor, aksine bir bağ var eskiciler, hurdacılar arasında. Arabamı satın almak için pazarlığa oturanlar bile oldu! Balat’a geldiğimde bir kahve molası verdim; rengarenk sokakları, seramik atölyelerini, dayanamayıp klasik bir Ajda 33’lüğü aldığım enfes plakçıyı dolandım bir süre. İncik, boncuk ikinci el mağazalar, eski sikke replikalarından kolyeler satan tasarımcılar derken girmediğim sokak kalmadı. İlginçtir, kimse yadırgamıyordu kırmızı arabamla gezmemi. “Merak etme abla, biz göz-kulak oluruz” diyenler çoktu sağ olsunlar.  Ana caddede bir sepetçi keşfettim, bir çay molası da birbirinden güzel ürünler arasında verip, ta Kastamonu’dan gelen sepetlerin öykülerini dinledim.

Trafiğe karışıp köprüye geldiğimde ayaklarıma kara sular inmeye başlamıştı hafiften. Azapkapı Sahil Parkı’nda tıpkı Lavanta Günleri için düşlediğimiz tarzda muazzam bir pazar yeri kurulmuştu. El sanatçısı hanımların tezgahlarını gezdim teker teker arabamla; özellikle kâğıt atıklarını toplayıp bunlardan çanaklar, ayraçlar, ekmek sepetleri yapan hanımların işlerine hayranlıkla bakarken, Adalar’a ziyarete gelmek istediklerini öğrendim, telefon alışverişi yaptım. Karaköy’den geçerken bu kez de üzerinize afiyet soğuk bir bira molası verdim arabamla. Fıçıdan devşirilmiş masalar çocukluğumda Büyükada’da vapurdan iner inmez yediğim midye tava ve taratoru hatırlattı; tatlı bir nostalji ile ara sokaklara dalmadan önce yerinde yeller esen, geçen sayıda da hikayesini anlattığım Karaköy Camii’nin hayaletini selamlayarak yoluma devam ettim.

İstanbul Modern’in Renzo Piano elinden çıkma yeni binasına uzaktan da olsa bir göz attıktan sonra sıra Galataport’a gelmişti.  Bölgenin dokusuyla bir türlü bağdaştıramadığım bu non-lieu yapılaşmaya dalmaya karar verdim. Güvenlik noktalarından birinden giriş yaptım sonsuz bir özgüvenle, AVM’yi andıran lüks mağaza zincirlerinin bulunduğu koridorlardan geçip rıhtıma vardım. Hava güzel, etraf şenlikli derken, arkamda sıkı adım koşturan bir güvenlik görevlisi belirdi, omuzuma dokundu, neden sonra oradaki onlarca insan gibi avare avare gezindiğimi fark ederek bir şey söylememeyi yeğledi, ben de yoluma devam ettim, rıhtımı baştan sona arşınlayıp suratlarında belli belirsiz bir tebessümle bana bakanlara selam vere vere yine trafiğe karıştım. Hava iyiden iyiye kararmıştı Meclis-i Mebusan Caddesi’ni geçerken. 21:45 Kabataş-Adalar vapurunu hedefliyordum; bir yandan da arabamı vapura alıp almayacakları merakı içimi kemiriyordu. Saatlerdir yol yaptıktan sonra Tarihi Yarımada’yı geçip de Adalar’a varamamak büyük hayal kırıklığı yaratacaktı kuşkusuz.

Elli yaşına merdiven dayamanın en büyük rahatlıklarından biri genç arkadaşlara, “evladım, yavrum” diye hitap edebilmek. Nitekim Şehir Hatları İskelesi’ne yaklaşıp da görevli genci görünce, “Evladım,” diye söze başlayıp meramımı anlattım. “Merak etme abla, seni de arabanı da alır, rahat bir yere yerleştiririz, sen hele geç şöyle önden” dedi. Gerçekten de arabamı ite ite vapura bindim, o bildik zincir-kilit düzeneği ile bir direğe bağladım, kahvemi alıp püfür püfür adaya vardım. Karagümrük’ten Büyükada’ya dolana dolana ulaşan kırmızı el arabası da böylece Karaköy’den gelen tarihi cami taşının yanında yerini aldı, simit tezgâhı olarak başlayan hayat yolculuğu, Adalar Müzesi’nde lavanta fidesi satış tezgahına evirilerek mutlu sona vardı.

Lavanta bahane: kırmızı arabanın Büyükada yolculuğu, bir günlüğüne de olsa tarifsiz lezzette sohbet ve keşiflerle dolu, bambaşka bir dünya açtı önümde. Gökten üç kırmızı elma düştü: biri Ahmet Bey ve kızına, biri arabaya, biri de Adalar Müzesi’ni ziyaret ettiğinde hikayesini çoktan dinlemiş olacak okurlarımıza…


Yayınlanma Tarihi: 04 Ağustos 2022  /  Son Güncellenme: 05 Ağustos 2022


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.