Paylaş
Tüm Sayılar      2022      Sayı 201 – Mart 2022      Yükler, Suçlar, Kötülükler Kahvaltı Sofrası’nda

Yükler, Suçlar, Kötülükler Kahvaltı Sofrası’nda


“Edip Cansever’in dizesi vardır; “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor”. Bana yataklık eden şey çocukluğum. Çocukluğum da Ada’da geçtiği için doğrudan Ada’ya bağlanıyor. “

Defne Suman’a yaşadığı ülkeler Tayland, Laos, Hindistan, Yunanistan ve de Birleşik Amerika da sızıntı şeklinde yataklık eden coğrafyalar. Şimdiyse hayatı Atina-İstanbul ve elbette Ada hattında seyrediyor.

Defne’yle ılık bir kış günü Büyükada’da buluştuk. Büyükada’da geçen, bugünlerde İngilizcesi de çıkacak Kahvaltı Sofrası ve  yazmakta olduğu  Beyoğlu hikayesi Çember Apartmanı esas konumuzdu.

Neden, nasıl yazıyor, nelerle didişiyor? Nerelerden besleniyor, meselesi ne? Kadın yazarlarla kesişmeleri, okuduklarının kitaplarındaki sızıntıları, suç, zulüm, yüzleşme, kolektif bellek, kötülük?  Ve bisiklet…

Defne kızım Çiğdem’in arkadaşı, annesi Nilüfer Tapan da benim.  Bu nedenle söyleşide “siz” yok, “sen” var.

Tamamı kahvaltı sofrasında geçen bir kitap yazmayı istiyordum. O sofra bana, Murathan Mungan’ın Bir Dersim Hikayesi’nde yer alan Ayfer Tunç’un Yük’teki sofrasını hatırlattı.

Gerçeğin perdesi demirden olur, altında kalırsanız ezilirsiniz. Zaten tarih yazıcılığının en trajik kısmı da budur. Açayım derken perdenin altında kalanlar. Onların tarihini kimse yazmaz.  

Ayfer Tunç “Yük”

Orada da işlenmiş bir suç, kolektif belleğe atılmış. İşlenmiş ama sorumluluğu alınmamış suçlar üzerine, aslında zulüm üzerine bir şey yazmak istiyordum. Zulmeden nasıl zulmediyor, kötülük yapan kötülüğünün farkında mı?

Dışarıda büyük kötülük var deyip kendi kötülüğümüze bakmamak en büyük ikiyüzlülük bana kalırsa. Yükler, suçlar, kötülükler kahvaltı sofrasına dizilsin, kahvaltının ögeleri olsun diye düşünerek yola çıktım.

Neden kahvaltı? 

Kahvaltı biraz daha masumiyet içeriyor sanki. Benim için Büyükada çocukluğumun kahvaltılarıyla özleşen bir yer. Uyandığımda dedem Macit Gökberk kahvaltıyı hazırlamış, sofrayı kurmuş olurdu, kahvaltı müziği de Bach veya Albinoni…

Erken uyanırdım. Dedemi kızarmış ekmek kokuları ve Bach melodileri eşliğinde yemek odasında bulurdum. Bu benim için gerçekten masumiyetin, mutluluğun temsili bir manzaraydı. Romanı düşünürken ilk gözümün önüne ilk sahne de bu sofra oldu.

Ayfer Tunç’un da azapla uğraşmasını seviyorum, dilini çok seviyorum. Ne zaman Ayfer Tunç’un bir kitabını okusam ya da söyleşisini dinlesem yazmak geliyor içimden. Çok eskinden beri düşünürdüm: Bu kadın benden sadece on yaş büyük ve şimdiden ne güzel, koca koca romanlar çıkarıyor, ne güzel cümleler kuruyor. Bir Ayfer Tunç romanı ya da öyküsü okuduğumda, yazmaya susamış olarak kitabı kapatırım. Kahvaltı Sofrası da bunun bir örneği işte.

Metin Altıok’un dizeleri de hemen girişte…

Muhteşem bir dize değil mi?

‘Anamın bıraktığı yerden sarıl bana/ sevgiden caydığım yerde darıl bana’.

“Ana” meselesini baştan beri düşünüyordum. Metin Altıok bizim aile dostumuzdu, kızı Zeynep çocukluk arkadaşımdı, her şeyini, çok acı ölümünü biliyordum. Yazarken internetten müzik dinlerim, bir albüm çıktı karşıma Metin Altıok’un şiirlerinden yapılmış şarkılar.

Ülkeyi bu sefer ana diye düşünebilirsek! Altıok dizesi kulağıma dolduktan sonra metni o yöne sürmeye başladım. Bazı zaten karakterler çıkmıştı, mesela Selin’in annesi Norveçli. Çok uzak bir anne. Tüm karakterlerin anneleriyle meselesi var. Anasının bıraktığı yerden en çok ama belli etmeden ağlayan ya da kanayan da Şirin Hanım’ın kendisi.

Şirin Saka’nın esas meselesinin annesiyle olması bu romanın bence ters köşesiydi.

Ressam Şirin Saka karakteri birini çağrıştırıyor, hele de Büyükadalıysan.

Evet, Şükriye Dikmen büyük halamla dosttu, Tiraje Dikmen ise anneannemle. Tiraje Hanım evimize sık sık gelirdi. Çocukken benimle hiç ilgilenmezdi, ve tabii benim müthiş ilgimi çekerdi. İlerleyen yaşlarımda evine girebilmeyi zorladım ‘’bir röportaj yapabilir miyim’’, ‘’dönem ödevim var sizinle konuşabilir miyim?’’, ‘’bir roman yazıyorum size danışabilir miyim ?’’ diye diye. Dolayısıyla Tiraje Hanım ve evi romanlarıma hep sızdılar.

Kahvaltı Sofrası’nda onu başrole çıkarmak istedim. Tabii, Şirin Saka bambaşka bir karakter olarak çıktı ortaya, Tiraje Dikmen kadar özgür değil. Kendini evlenmek zorunda hissetmiş bir kadın. Hâlbuki Tiraje Paris’te okuyor, Sartre’ın acaba sevgilisi oldu mu, olmadı mı gibi meraklar var hakkında. Onları da yansıttım sofraya.

Ev de tanıdık tabii.

Çankaya’daki evi Maden’e taşısam da, her fırsatta kapısını çaldığım, çocukluğumda da girip çıkmayı başarmış olduğum Tiraje’nin evi.

Ev, apartman, iç mekân, bahçeyi başrole çıkartmayı seviyorum romanlarımda. Güzelliği bende özenmekten hasete kadar uzanan duygular yaratan, sıkıntılar oluşturmuş bir sürü ev var Ada’da. Yalanlar söylemişim, mesela demişim ki ‘benim bir kız kardeşim var o bu köşkte oturuyor, ben burada oturuyorum”.

Edip Cansever’in dizesi vardır; “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor”. Bana yataklık eden şey çocukluğum. Çocukluğum da Ada’da geçtiği için doğrudan Ada’ya bağlanıyor.

Hani tırnak içinde zor bir çocukluk geçirmesem bile çocukluğu çok duygusal yaşadım. Çocukluk çok büyük hislerle, büyük dalgalarla geliyordu, devam ediyor hala. Yazarken, sörf yapar gibi hemen o dalgaya bağlanıyorum.

Ada’nın ‘’yataklık’’ ettiği başka yazarlar? 

Ada’da geçen roman, okumamış da olabilirim aslında. Şebnem’in (İşigüzel) Gözyaşı Konağı’nın okudum, hayran kaldım. Acaba Masumiyet Müzesi’nde birazcık Büyükada var mıydı? Veba Geceleri’nde var tabii.

Sonuçta Ada kışkırttı mı seni yazmak için? 

İlk yazmaya başladığımda hep Ada geldi bana, Ada’yı yazmak kolay olduğu için belki de yazmayı sürdürebildim. Ada’nın okuru da mutlu eden bir tarafı var. Hem tanıdık hem çok da tanıdık değil. Ada’yı o yüzden tanımak istiyorlar. Ama Ada’yı bir kere görmüş okur okumaktan hoşlanıyor Ada’yı. Türkiye’nin hiçbir yerine benzemeyen bir yer burası.

Nasıl yazıyorsun? Ada’da yazmak nasıl?

Arkadaşlarla buluşmalara, sosyalliklere rağmen çok erken kalkıp çalışma odasına girip bir iki saat çok güzel yazabiliyorum. Eskiden dedemin çalıştığı masada şimdi ben yazıyorum. O çalışırdı, ben aynı odada oyun oynardım. Şimdi masa başına ben geçtim. Gerçi insanın yazacak bir şeyi olunca her yerde yazıyor; deftere, bilgisayara…

Genelde bölümleri elimle yazar, sonra bilgisayara geçiririm. Bu aralar Arabacılar Meydanı’nda bir kafeye sabah erken defterimle gidiyorum, bölümü yazıyorum. “Teyzenin kayboluşunu ayrıntılı anlat” deyip geçiyorum, bir sonraki sahneye not düşüyorum mesela. Bazen de bilgisayarla gidip notlara baka baka yazıyorum.

Matematiği şöyle oluyor; bir gün defter, altı gün o deftere alınmış notların bölüme dönüştürülmesi. Sonraki hafta yine böyle sürüyor…

Hep işler çıkıyor evde, kafelerde çok rahat yazıyorum. Covid beni mahvetti, kafeler kapalı olunca. Atina’da çok uzun süre kapalı kaldık, öykü yazabildim o yüzden. Ne zaman ki kapanma bitti, kafeler açıldı, roman yazmaya başlayabildim nihayet.

Çok gezmeli bir hayatın var, yazını nasıl etkiliyor? 

Gördüğün yaşadığın şeyler belki öyküyü zenginleştirecek yan dallar olarak girip, çıkıyorlar ama esas meselen hep içini tırmalayan insani bir mesele oluyor. Hayatımın başından sonuna kadar Büyükada’daki bizim evde yaşasaydım da o insani mesele içimi tırmalayacaktı, yine aynı romanı yazacaktım muhtemelen.

Ama, mesela şu karakterin böyle bir gitmişliği olmayacaktı, bu karakterin böyle bir zenginliği değil başka bir şey olurdu.

En çok nereden besleniyorsun?

Bence bizi esas besleyen diğer yazarların eserleri. Şimdi bir apartman romanı yazıyorum. Sürekli apartman romanları okuyorum.  Elif Şafak’ın Bit Palası’nı yeniden okuduğumda fark ettim; Saklambaç’tan Yitik Ülke’ye kadar tüm kitaplarımda Bit Palas’tan bir sürü izler varmış.

Küçük bir okur grubumuz var Telegram’da. Dedim ki; ‘Bit Palas’ı okuyorum, şu anda yazdığım Çember Apartmanı’nın kök metni buymuş’.  Gruptan biri ‘’ben de fark ettim’’ dedi. Ama bu belirgin bir benzeşme değil. Her şeyden önce ben bile farkında değilim. Gerçek bir ‘’Elif Şafak hastası’’ ve ‘’Defne Suman hastası’’ olman lazım ikisini karşılaştırıp ‘’aa bu, buradaki’’ demek için.

100 Yıllık Yalnızlık mesela, Marquéz’in. Emanet Zaman’da görüyorsun, sızmış. Dediğim gibi bizi besleyenler okuduklarımız. Mesela şu anda ‘’beslesin’’ diye okuduğum kitaplar var. ‘’Yeşilçam Denilen Türkiye’’yi okuyorum Vedat Türkali’nin, Demir Özlü okudum, dönemin ayrıntıları için. Şimdi Füruzan okuyorum bir taraftan da alakası yok benim konularla, o Füruzan sızıyor romana.

Adalet Ağaoğlu, Pınar Kür, kadın yazarlar…  Leyla Erbil’i ilk okuduğumda hatırlıyorum. Tuhaf Bir Kadın için ‘’nasıl yazmış bu kadın bunu’’ diyorum.

Kadın yazar okumayı seviyorum. İnsan kendini en çok romanlardan tanıyor. Kendine benzer birisinin özellikleri cümle halinde karşına çıkınca ‘aaa’ diyorsun ‘evet tam da böyle yaşıyorum bu hayatı’.

Benim kendi meselelerim var dedin, ‘’içimi tırmalayan’’. 

Türkiye’nin hafıza kaybı, dünyanın hafıza kaybı olarak bunu genişletebiliriz ama ben sonuçta bu coğrafyada doğdum ve bu coğrafyanın hafıza kaybıyla ilgileniyorum.

Bu coğrafyadaki insanların hafıza kaybına katkılarını, yani gayet naif bir şekilde, söylenene inandıkları, merak etmedikleri, karşı tarafta geçip bakmayı denemedikleri, yıkanan beyinleri sudan geçirmedikleri için bu unutuşa nasıl katkıda bulunduklarını izlemekten duyduğum bir azap var.

Hafıza kaybıyla ikiyüzlülük arasında ciddi bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Evet, insani meselem yüzleşememek! Kötülüğün aynasını kendi evimizdeki çöpe de tutabiliriz, tarihe, zulmedene de. İstifçinin istifçiliğiyle, ihmalkârın ihmalkârlığıyla yüzleşememesi. Devletler, kurumlar, kapitalizm bazında düşününce işin özünü kendi hayatında buluyor musun? Bir yalan söylendiyse o yalanı sen nasıl sürdürüyorsun?

Rumlar hep içimi acıtmıştır. Yunanistan’da yaşıyorum ve Yunan bir kocam var diye, Türkiye’nin Rumları ile ilgili çalışıyorum veya yazıyorum diye de düşünülüyor. Oysa tam tersi.

Rumlar meselesi beni hep meşgul ettiği için çocukluğumdan beri, bir Yunanlıya gittim. Neden böyle? Muhtemelen Büyükada’yla ilgili bir şey vardır. Mekânların boşluğunu görüyoruz, terkedilmiş, yıkılmakta olan binalar, birileri gitmek zorunda kalmış, kovulmuş, sürülmüş veya artık kendilerini güvende hissetmedikleri için buradan, yurtlarından, evlerinden ayrılmak zorunda kalmış.

Ada’da bu yitirişi çok net bir şekilde görerek büyüdüğüm için Rumların Türkiye’den yok edilişi, yani sürülmek veya öldürülmek vasıtasıyla o koskoca nüfusun bugün bin kişiye inmiş olması benim içimi çok tırmalıyor ve dönüp, dönüp bu konuya geri geliyorum.

Hayatındaki değişik coğrafyalar, farklı kültürler, insanlar… Birbirleriyle yarışırlar mı? Yazarı zorlar mı, zenginleştirir mi? 

Hayır yarışmıyor, zorlamıyor, kendiliklerinden geldiklerinde kucaklıyorum onları. Tayland’da yaşadın, yazsana, diyorlar mesela. ‘’Yağmurdan Sonra’’ diye bir gelecekte geçen bir distopya yazdım, bir kısmı Laos ve Tayland’da geçti.

Elbette duygusal olarak Türkiye’de olup bitenlere Tayland’da olup bitenlerden çok daha fazla duygusal tepki veriyorum. Bir yandan da soğukkanlı bir şekilde sosyolojik olarak dışarıdan bakmaya da gayret ediyorum.

Demokrasi ile başa gelip baskı rejimleri kuran ülkeler var; Hindistan, İsrail, ABD gibi. Bu gibi ülkelerde genelde halkın yarısı durumdan memnun, yarısı değil. Türkiye de bence bu trendin içinde yaşıyor.

Gülten Akın “Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya” diyor ya… Bu ince işlerle uğraşmayı insan büyük ölçekte düşünmemeli. Çayımızı özenle yapılması mesela, buralardan makro ölçekli iyiliğe gidildiğine, iyiliğin aslında rafinelikten çıktığına inanıyorum.

Çember Apartmanı’nın yazılışından ve okur grubundan söz etsen?

Çember Apartmanı Tarlabaşı’nda geçiyor. Tabi ki bir yıkımın öyküsü, bir yıkma-direniş kitabı olarak geliyor.

Evimiz yıkılıyor, şehrimiz yıkılıyor, mekân zamana dayanamıyor, şu ya da bu sebepten ama edebiyat o mekanı hafızaya taşıyabilir, biraz onunla da uğraşıyoruz.

Periklis Drakos yeni romanım Çember Apartmanı’nın anlatıcısı. Okur grubunun ismi de “Periklis’in Kadınları.” Benimle birlikte dokuz kadınız. Aslında yüz yüze çok yeni bir araya geldik. Covid zamanında internette tanıştık. ‘Bakın ben roman yazıyorum. Haftada bir romanın bir bölümünü yazacağım ve size okuyacağım, var mısınız?’ dedim.

Her Perşembe akşamı zoom’da buluşuyoruz, yazdığım bölümleri okuyorlar, tutarsızlıkları tespit ediyorlar; burası çok güzel olmuş, burası sarkmış, öncesinde onun ismi öyle değildi, şimdi böyle olmuş diye yorum yapıyorlar. Sağlam ve yaratıcı fikirlerle hikâyeye katkı sağlıyorlar.

Ve bisiklet?

İlk bisikletimi babam getirmişti Yunanistan’dan, çocuk bisikleti. 1982 sonu. Türkiye’de çocuk bisikleti henüz yoktu galiba. O bisikletin üzerine çıktığım günden beri pedal çevirmeyi yürümeye bin kat tercih ediyorum. Güzel, rafine, ince, özenilmiş bir cisim varsa hayatımda o da bisiklettir. Eski bisiklet koleksiyonu yapıyorum.

İkisi burada, Büyükada’da, ikisi İstanbul’daki evde, ikisi Atina’da, birisi Portland’da, biri de Tayland’da. Hepsini bir araya getirmek gibi bir hayalim var. 1951’den 2000’e, 2017’ye kadar model, model bisikletleri…

Bu da eski bir bisiklet. Dedemin anneme ilk okul bitirme hediyesi. Bisikletin markası Auto-Motto.

KAYNAK: BİNANET


Yayınlanma Tarihi: 05 Mart 2022  /  Son Güncellenme: 06 Mart 2022


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.