Paylaş
Tüm Sayılar      2022      Sayı 209 - Kasım 2022      İki Kapı’nın Ardındaki Hayat

İki Kapı’nın Ardındaki Hayat


Ümit, Ferah, İki Kapı ve Kınalıada

Bülent Ergün Erol ile keyifli sohbetimizin ardından Kınalıada sahili boyunca kısa bir yürüyüş yapmıştık. Bir taş yolculuğunun hikayesi beni bambaşka bir kapıya getirdi o gün, daha da doğrusu İki Kapı’ya. Başar Acarlı ile Turhan Uyaroğlu’nun tasarladığı ve 1964 yılında ibadete açılan Kınalıada Camii’ni solunuza alıp birkaç metre ilerledikten sonra bir vahadan içeri giriyorsunuz. Mekân sahipleri ile ayaküstü sohbet ederken çeşitli alanlara dağılmış nefis taşlar görmüştüm. Vapuru kaçırmak endişesi ile alelacele birkaç fotoğraf çekmiş ve en kısa zamanda daha uzun vakit geçirmek ve Kınalıada’da yolları kesişen taşları Adalı Dergisi Kasım sayısında buluşturmak üzere adadan ayrılmıştım.  Sohbetimize bu ay kaldığımız yerden devam ettik…

Ümit Dülger ile Ferah Dülger Kaçar kardeşler dört yıl önce vefat eden ağabeyleri ressam, yazar ve yönetmen Sinan Dülger ile birlikte tek tek seçilmiş ya da hediye edilmiş, Adalar’a özgü objeler, kitaplar, sanat eserleri ile insanı kucaklayan, evinde hissettiren, sükûnet ve dinginlik hissi veren bir “keyif alanı” yaratmışlar. Mis gibi kahve kokusu ve Ferah Hanım’ın taze yaptığı nefis tarçınlı kek ile başlıyoruz sohbetimize.

Dülger ailesi kırk küsur yıllık adalı. Babaları da esnaf olan kardeşler deniz kenarındaki ilk kafeden bugünkü mekanlarına yedi yıl önce taşınmışlar. “Eskinin tecrübesi, üç kardeşin tercihlerini ve emeklerini yansıtan bir yer yaratmak amacı ile birleşince burası doğdu,” diyor Ümit Hanım. Daha önceki kısa sohbetimizden hatırladıklarımla soruyorum, sanırım üç kardeşin de bir sanatçı tarafı var diye… Ümit Hanım tevazu gösteriyor: “Ben ‘sanatçı’ olduğunu söyleyemem, elbette ilgim her zaman vardı. Eğitimini almadım; evde benden on yaş büyük bir ağabeyin felsefeye ilgisi, entelektüel birikimi ve paylaşımlarıyla beslendim. Benimki daha ziyade mekanla, mekân oluşturmakla, tasarlamakla ile ilgili,” diye devam ediyor sözlerine. “Boş mekânı gördüğümde kafamda bazı fikirler belirdi ve bunu takip eden süreçte de tartışarak, konuşarak ilerledik hep beraber. Kalıplar oluşturmuyoruz bir işe başladığımızda; yavaş yavaş devamı kendiliğinden geliyor ve ortaya çıkan sonuç bir bütünlük içinde hepimizi yansıtıyor. Üçümüz de çok cesuruzdur,” diyor.  Şaşırmıyorum, hele de hayranlıkla baktığım ve dokununca üç boyutlu yüzeyinden çok etkilendiğim devasa sıva duvarı elinde mala Ümit Hanım’ın yaptığını, bunu da kendi başına bir yerleştirme olarak mekâna bambaşka bir hava kattığını görünce.

Felsefe kökenli ağabeyleri Sinan Dülger Akademi’de Neşe Erdok Atölyesi’nde eğitim alıyor. Hem edebiyatla hem tiyatro ile, yönetmenlikle ilgilenen Dülger aynı zamanda Avam Tiyatro’nun da kurucusu. Teğetten Tiradlar adlı bir de şiir kitabı var. “Sinan komplike bir sanatçıydı,” diye tanımlıyor Ümit Hanım İki Kapı’nın duvarlarını süsleyen, birbirinden çarpıcı, kağıt üzerine çini mürekkebi ve karışık teknikle yapılmış tablolarını hayranlıkla izlediğim Sinan Bey’i anlatırken.

Temerkuz, Sinan Dülger. Kağıt üzerine çini mürekkebi ve karışık teknik.

Mekânda müthiş bir yaşanmışlık duygusu var. Bunu dile getirdiğimde Ümit ve Ferah Hanım ziyaretçilerinin çoğunun benzer bir yorum yaptığını belirtiyorlar. Mekân yaratmak çok kolay gibi görünse de o mekânın ruhunu, geçmişini, bugününü dillendirmek ustalık gerektiriyor. İki Kapı’da tam da bu var aslında. Ruh birliği bir anlamda. “İşimizin en keyifli tarafı da bu,” diyor Ümit Hanım. “Hemen her gün çok güzel insanlarla karşılaşıyoruz, tanışıyoruz. Bizim farkında olmadığımız bir misyonmuş gibi geliyor bu insanları bir alanda buluşturabilmek. Buraya gelenleri müşteri değil misafir olarak gördüğümüz için, gelenler de misafirliğe gelmiş gibi hissediyor ve o şekilde bir iletişim kuruluyor aramızda” diye ekliyor Ümit Hanım.

“Wireless yok mekânda. Amaç yüz yüze sohbet edilmesi ya da kahvesini içerken kitabını okuması gelenlerin. Misafirler buraya insanları seyretmek, dedikodu yapmak için değil, birbirleriyle sohbet edebilmek için geliyor” diyor Ferah Hanım.

Burada yola çıkarak hem Kınalıada özelinde hem de Adalar genelinde değişimden konuşuyoruz bir müddet—hem yerli halk hem de turistler açısından, dönem dönem revaçta olan mekânlardan, tüketim toplumunun etkisiyle mekanların kalıcılığını sürdüremediğinden. Oysa İki Kapı’da yedi yıldır masa ve sandalye sayısı bile artmamış. Amaç insan doldurmak değil zira. Hızlı değişime aldırmaksızın, kalitesinden, anlamından ödün vermeden yerinde duruyor. “Adalar’da her mekânın şahsına münhasır olması, oranın tarihine coğrafyasına uygun olması gerek” diyor Ümit Hanım. Hak veriyorum. Dünyanın her yerinde tarihi ve doğal mirası ile öne çıkan beldelerde müesseseler tasarımları ile o coğrafyaya uyum sağlıyor. Aksi halde korkunç bir curcuna, bir kakafoni, görsel bir kirlilik çıkıyor ortaya. Adalar’da da aynı durum olması gerekir diye geçiyor içimden.

“Zamanla taşlar yerine oturuyor” diye ekleyince Ferah Hanım, hemen lafı mekandaki taşlara getiriyorum.  “Kendi kendine oluştu” diyor taşlarla ilgili çalışmaları hakkında. “Bazen boşluklar güzel şeylerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Aslında esas mesleğim desinatörlük. Taşlarla ilişkim biraz daha farklı. Doğanın, lodosun bana bahşettiği taşları topluyorum. Bir ritüeli var benim için: sahilde dolaşıp taşlara dokunmak, üzerine kalemle çizip çizemeyeceğimi hissetmek… Elim beni yönlendiriyor; bir desene başlayınca devamı geliyor. Yaparken büyük keyif alıyorum. Satın almak isteyen oluyor ama satmıyorum çünkü henüz yolculuklarını tamamlamadıklarını hissediyorum. Sadece yatan, soğuk bir nesne gibi değil, biraz daha güçlü bir anlam yüklenmelerini istiyorum kaidelere oturtarak. O zaman bundan sonraki görevlerine kapı açacağım diye düşünüyorum. Bunlarla beraber takı tasarımı da yapıyorum; Çukurcuma, Kapalıçarşı gibi yerlerde atılmış, kullanılmış parçaları toplayarak onlara yeni bir hayat vermeye çalışıyorum.” Ferah Hanım’ın takıları bu yıl Contemporary İstanbul’da da sergilenmiş. Birleşmiş Milletlerin aldığı bir kararla ajanslara dağıtılan bir sürdürülebilirlik projesi üzerinden işlerini sergileme teklifi gelmiş.

Fotoğraf: @byferahkacar

Fotoğraf: @byferahkacar

Fotoğraf: @byferahkacar

Fotoğraf: @byferahkacar

Mutfağa duyduğum ilgiden ve tarçınlı kekin lezzetinden olsa gerek, dayanamayarak soruyorum, bu enfes mekandaki tatlar kimin marifeti? Anlaşılan Ferah Hanım’ın o konuda da yaratıcı bir becerisi var. İki kardeş bir ağızdan, “Kendi sevmediğimiz, yemediğimiz bir şeyi misafirlerimize de ikram edemeyiz” diyorlar. Kekler, kurabiyeler, cheesecakeler hep Ferah Hanım’ın elinden çıkma. “Kış aylarında denemeler yapıyorum eldeki mevsim malzemelerini kullanarak. Sonra bunları önce adalılara dağıtıyorum denemeleri için” diyor. “Arada beni de çağırıp denettirebilirsiniz, bayılarak tadıma gelirim” diyorum kendime hâkim olamayarak. İyi ve taze malzeme ile yapılanlar hemen fark ediliyor gerçekten. Ferah Hanım’ın turtaları, özellikle de hamuru nam salmış. Turta hamurunun tarifini özellikle sormuyorum; bazı şeylerin de mekânlara saklı kalması gerek. Ama bir minik sır veriyor Ferah Hanım: turtalarında kullandığı taze meyvelerine yine kendi yaptığı portakal kabuğu reçelini karıştırıyor. İki Kapı dışarıdan hiçbir şey almıyor; erik ve şeftali suyunu, limonatayı kendileri yapıyorlar. “Ne kadar yapay beslenmeye alışmış gibi görünseler de gençlerin damak zevki çok gelişmiş. Doğal olanı tercih ediyor ve seviyorlar” diyor Ümit Hanım. “Krema kullanmıyoruz; sütten kendi kremamızı köpürtüyoruz” diye de ekliyor.

İki Kapı’da tarçınlı kek ve kahve keyfi

“Mutfağın görünmesini hiçbir zaman dezavantaj olarak görmedik. Tam tersine bir avantaj ne yaptığımız, nasıl yaptığımız ortada olmalı” diyor Ferah Hanım. Bu da mekandaki etkileşimin, iletişimin keyifli bir parçası aslında. Bu süreç de doğal olarak gelişmiş İki Kapı’da, tıpkı mekânın kendisi gibi.

Özellikle şehirde birbiri ardına açılan mekânların bazılarında bir öykünme gözüme çarpıyor zaman zaman. Tasarım ona göre yapılıyor, çoğu replika olan malzemeler ona göre toplanıyor. Ruhu olmayan mekanlar yaratılıyor. Gözlerimle etrafı tararken L’isle Sur La Sorgue, Provence’da birkaç kez ziyaret ettiğim Coté Parc geliyor aklıma: hem antikacı hem kafe hem de kitapçı. Sergilenen ya da satılan malzemelerin hepsi yöreye özgü, o bölgeden çıkma. Buradan birkaç parça alıp başka bir coğrafyaya taşıdığınızda yerini bulamıyorlar. “Büyükada’daki evimi Provansal havada yaptım”la kalıyor iş. Öykünme ile sınırlanıyor. İki Kapı’nın en çarpıcı özelliği tam da bu işte. Öykünme değil özgünlükle dolup taşması. Bir misafirin ağabeyine ait antika tahta su kayakları da mekânın bir parçası, Ferah Hanım’ın taşları da, Sinan Dülger’in tabloları da, başka bir misafirin bir yıl sonra mekana tekrar gelirken sırf oraya bırakmak üzere yanında getirdiği eski kahve değirmeni de, Ümit Hanım’ın altında fotoğraf çektiğimiz, elleriyle tasarladığı avize yerleştirmesi de.

İki Kapı lezzetleri kadar bunlarla yaşıyor, zenginleşiyor, hem damağa, hem ruha, hem de göze hitap ederek insanı besliyor.

 


Yayınlanma Tarihi: 04 Kasım 2022  /  Son Güncellenme: 05 Kasım 2022


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.