Paylaş
Tüm Sayılar      2022      Sayı 209 - Kasım 2022      Bülent Ergün Erol ile Taş Taş Üstüne

Bülent Ergün Erol ile Taş Taş Üstüne


Kınalıada Taş Yerleştirmeleri, Ekim 2022

İtiraf etmeliyim: Bunca yıllık Adalıyım diye geçinip de menzilimin Büyükada ile kısıtlı olması büyük ayıp. Burnumu Büyükada’dan dışarı çıkarmak için geçtiğimiz yazı beklemem gerekiyormuş zahir; kızımı Heybeli Ada Su Sporları’nda yelkene götüre-getire Heybeli’yi yeni baştan keşfettim bu yaz, Burgaz ile nispeten aşinalığım vardı kısıtlı da olsa ama yine geçtiğimiz aylarda farklı mekânlarına, etkinliklerine sızdım, Kınalıyı ise yeni yeni tanıyorum. Birkaç ay önce sosyal medyada gezinirken bir hesaba rastladım: Heykel Düzenlemeleri. Kınalıda sahiline yerleştirilmiş taş heykellerdi dikkatimi çeken. Hesabı biraz karıştırınca sanatçı Bülent Ergün Erol’un taş heykel düzenlemelerinden etkilenerek kendisiyle temasa geçtim ve Adalı Dergisi için bir söyleşi yapmak istediğimi yazdım.  Beni kırmadı; soğuk bir Ekim sabahı Kınalı’da buluştuk…

Doğayla bütünleşen işlerine uzanan sohbetimize Bülent Ergün Erol kimdir, ne yapar ile başladık…

B.E.E.: 1977 Ankara doğumluyum. İlk-orta-lise eğitimimi Ankara’da tamamladım. Çoğu sanatçının olduğu gibi benim de sanata küçüklüğümden beri merakım var. Belli bir noktaya kadar bilinçsiz geliyorsunuz. Ne olduğunu hissediyor, biliyorsunuz ama bir türlü kavrayamıyorsunuz nereden, nasıl başlayacağınızı. Karşılaşmalar çok önemli benim hayatımda. Annem-babam memur ve Ankaralıyız. Garanti meslek sahibi olmak iyidir gibi bir zihniyetle büyüdüm. Biraz haylazdım, üniversite sınavını kazanıp girmiyordum, puanım yetiyor ama seçim yapmıyordum, bizimkiler çıldırıyordu. Sonra karar verdim ben Güzel Sanatlar’a gideceğim diye. Önce bir kursa yazıldım ama kendi kendime çizmeye o kadar alışmışım ki… Kursa devam etmedim, kafama göre takıldım; Ankara’da lokomotif müzesi vardır garda, düzenli oraya gidip perspektif çalışıyordum. Akdeniz Üniversitesi’nin sınavlarını kazandım; tek tercihim heykel bölümüydü, ikincilikle girdim. Antalya diğer büyük şehirlerden de öğrenci çekmeye çalışıyordu o dönemlerde. Bir pilot uygulaması vardı. St. Petersburg Akademisi mezunu olan hocaları Türkiye’ye getirip eğitimi daha renkli ve farklı bir hale getirmekti amaç. Seyidov Hoca ile orada tanıştım; dahi bir sanatçı ve ressamdı, usta-çırak haline geldik. Hızlı desen öğrendim ondan. Hızlı desen çabuk çizmek demek değil; düşünceyi hızlandırıp, en temelinde üç-beş çizgi ile doğrudan ifadenin en çarpıcı görünümünü bulabilmek üzerine kurulu bir anlayış. Sanat ortamı dünyanın hemen her yerinde aynı. Okul bitti, benim hayalim de hep Floransa’ya gitmek, orada Akademi’de eğitim almaktı. Önce askere gittim, sonra Floransa Güzel Sanatlar Akademisi’ne başvurumu yaptım, sınavlara girdim, oraya da ikincilikle girdim, yine heykel bölümüne. İlginçtir, İtalya kendi tarihine çok yaslanıyor. Şunu fark ettim: gerek Seyidov Hoca gerekse Antalya Arkeoloji Müzesi ve Anadolu topraklarının Antik Çağ eserleri beni öyle zenginleştirmiş ki! Rönesans’ı besleyen sanatsal üretimin beşiğinden gelmişim zaten ben. O dönemin sanatçıları heykeltıraşım diye gezmiyor; zanaatkar gibi bir anlamda—sabah çıkıyor, yontusunu yapıyor, evine dönüyor. İtalya’da olmak da çok şey kattı bana. Sonra döndüm Türkiye’ye, yaklaşık on-on iki sene önce. 30lu yaşların başındaydım, ailemin beklentileri vardı tabi—iş, evlilik gibi. Baktım böyle olmayacak, İstanbul’a taşınmaya karar verdim. Önce ikinci aşkım olan sinemaya yöneldim. Kısa filmler çekiyordum iç mimar olan bir arkadaşımla birlikte. Beykent Üniversitesi’nde yüksek lisansa başladım. Ben sanatıma siyaseti, ideolojiyi hiçbir şeyi karıştırmıyorum. Olduğu gibi. Mesela siz gördünüz heykelleri ve hissettiniz, değil mi? Benim için önemli olan o his, karşımdakinin kim olduğu değil. Daha sonra Yeditepe Üniversitesi’nden bir hocalık teklifi geldi; iki sene yarı-zamanlı öğretim üyesi olarak orada çalıştım. Çeşitli karma sergilere katılıyordum. Kişisel sergi İstanbul’da hiç açmadım; Antalya’da üç farklı yerde kişisel sergim oldu.

Bülent Ergün Erol

2019 yılı biliyorsunuz Göbeklitepe yılı ilan edildi. T formları vardır Göbeklitepe’de. Arkeologlar boyları 3 ila 6 metre arasında değişen bu T biçimindeki sütunların stilize edilmiş insan tasvirleri olduğunu düşünüyorlar. Göbeklitepe üzerine farklı sergiler açıldı—replikalar, fotoğraflar, canlandırma ve maketler şeklinde. Ama Göbeklitepe’ye doğrudan atıf yaparak bir sergi açan sanırım dünyada sadece ben varım. 2019 Göbeklitepe yılında Antalya Arkeoloji Müzesi’nde “Betimleme” isimli bir sergi açtım. Yine taşı taş üzerine koyarak yaptım bunu. Çok araştırdım. Bu hem Türkiye’de, hem de dünyada sanatçıların kendi toprağından nasıl beslenebileceği konusunda bir atılım. Bizim sanatımızda çoğunlukla Batı-odaklı bir sanat anlayışı hâkim. Oysa Batı da Doğu da aynı dünya. Mehmet Siyahkalem’in çalışmalarına baktığınızda örneğin, bambaşka bir özgünlük görüyorsunuz. Myomoto Musashi’nin fırça darbeleri, Japon şiiri haiku… İnanılmaz bir naiflik ve beceri gerektiriyor hepsi. Bu ustaların hepsiyle yolda selamlaştım işlerimde. Bu düşünceleri heykel düzenlemeleri kavramı ile yaşatmaya çalışıyorum ve yıllardır bununla uğraşıyorum. İşte hepsi böyle başladı. Kendi kültürümden, Orta Asya kültüründen çok beslendim ve besleniyorum. Monolitlere, dikitlere baktığınızda, o tür abideler hemen her coğrafyada var; dağcılar yol bulmak için taşları taş üstüne diklemişler. Leylek yuvaları yapma kültürümüz vardır mesela taş kuleler gibi doğuda. Çoğunlukla çobanlar yapar. Bu kültürden etkilenmemek mümkün değil. Bu unutulmuş, küf tutmuş kültürü yeniden canlandıran, kendimi tanımladığım şekilde, bu çağda yaşayan Neo-avcı-toplayıcıyım ben. Çöplüklere, inşaat alanlarına çok gittim. Kovdular, polis geldi, ne yapıyorsun kardeşim sen buralarda diye… İşlerimi gösterince beni kendi halime bırakıyorlar.

Neden Kınalıada ya da Adalar? diye soruyorum. Kınaılada’da buluştuğumuzda, bir ay önce yaptığı heykellerin yerinde yeller eseceğini tahmin ediyorduk. Amaç da bu zaten: İşlerinin bir şekilde -ama insan, ama doğa eliyle- yeniden topağa, suya karışması. Bülent Bey Üsküdar’da başlıyor heykel düzenlemelerine. Antalya Müzesi’nin bahçesinde de gerçekleştirdiği bu tarz çalışmalarını Adalar’da da yapmak istiyor. Arkadaşları Dani ve Naz ile geliyor Kınalıada’ya. Güzel bir Eylül gününde sıvıyor paçaları, ayakkabıları çıkartıp suya dalıyor. İşlerinde mümkün mertebe daha büyük taşları seçiyor. Büyük taşları, bu taşların dengesini nasıl bulabileceğini keşfediyor zamanla. “Özellikle” diyor sanatçı, “suyun içinde çalışıyorsanız iş biraz tehlikeli hale geliyor; taşlar çok kaygan ve keskin. Ayağımın hissetmesi lazım o dengeyi.” Büyük taşları kaldırmak için suyun kuvvetinden yararlanıyor. Dalga kuvveti taşları alıp kaldırıyor. Ya da “yüzdürme” adını verdiği hareketi kullanıyor taşları kaldırıp koymak için. “Dışarıdan gören taşları ittirdiğimi sanır, oysa ki ben o süreçte yer belirliyorum; bir süre sonra bunu görebiliyorsunuz, o oyuk tam bu taşa göre diyorsunuz.” Taşların yüzeylerine kırık ve çıkıklarına göre yer seçiyor, malzemeyi “tamamlayıcı” olarak kullanıyor.

M.Ş.: Nasıl işliyor bu süreç? Taşları görüyorsunuz, hissediyorsunuz ve kafanızda bir form mu belirleniyor yoksa taşları mı ona göre topluyorsunuz?

B.E.E.: Hepsi karma bir şekilde oluyor. Her an bir ilham alma durumu söz konusu. Bitmeyen bir etkileşim hâli bu. Bir akşam önce ne okuduysam, ne izlediysem, ertesi gün o atfı nasıl yaparım diye düşünüyorum. Örneğin sahil kenarındaki bu taşlar belirli renklerdeler. Ama coğrafyaya göre değişiyor. Örneğin Adalar’ın taşları daha çok kahverengi, kızıl gibi. Hatta yer yer yeşil ve tonları da oluyor aralarında.

M.Ş.: Kınalıada’daki heykeller bana insan figürlerini çağrıştırdı. Konuma baktığımızda şehirle Adalar arasında bir yere dönükler sanki. Üzerine alt-üst okumalar yapmak istemiyorum ama bana sanki şehirden uzaklaşmışlar ve yüzleri Adalar’a dönükmüş gibi geldi.

B.E.E.: Güzel bir cümle kurdunuz: hafif yan bırakılmış heykeller Adalar’a bakıyorlar ama sırtları da tam şehre çevrilmiş değil, şehri de görüyorlar göz ucuyla. Adalar’dan baktığımızda İstanbul’un görünümü malum. Önce bu beni etkiledi. Acı bir görünüm. Bu acı görünümü başka türlü nasıl ilişkilendirebilirim diye düşündüm ve bunun üzerine gittim. Alt okuma dersek, burada bu heykellerin çapraz durması da şöyle: dünyada ada insanları diye tabir ettiğimiz bir grup insan vardır. Ben bunu vermeye çalıştım. Bir Adalı olarak siz bunu hemen hissedip kavramışsınız mesela. Atıf yaptığımız şeyi o bölgenin yerlileri gibi hissetme zorunluluğumuz var sanatçı olarak.

Kınalıada Taş Yerleştirmeleri, Ekim 2022

Bülent Ergün Erol’un animeden nasıl etkilendiğini konuşurken söz dönüp dolaşıp yeniden Japon kültürüne, filozof, yazar ve ronin Miyamoto Musashi’ye geliyor.

B.E.E.: Ben kimim değil, ben neyim sorusunu yöneltmek lazım. Kendime şunu sordum: ben çevremdeki malzemeleri, taşları, atıkları nasıl sanat olarak kullanabilirim? Taşlarla ilişkim de böyle başladı ve sürüyor.

Çağdaş sanattaki ‘çağdaş’ kelimesini didikliyoruz bir süre. “Çağdaş bir parantez aslında, devam eden bir süreç değil” diyor Ergün, “Benim işlerimde önem verdiğim ‘zamansız ânı’ yakalamak oysa…” Sohbetimize Türkiye ve çağdaş sanat konularında devam ederek yürüyoruz birlikte. Onları da başka bir yazıya bırakmak, belki de Adalar Müzesi’nde bir sergide buluşmak üzere bir kapıdan çıkıp hiç bilmeden İki Kapı’ya yöneliyoruz…

Köpek, Antalya, karışık malzeme, Temmuz 2022


Yayınlanma Tarihi: 04 Kasım 2022  /  Son Güncellenme: 05 Kasım 2022


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.