Soldan sağa: Emre Çıkınoğlu, Melis Şeyhun Çalışlar, Moris Danon, Müge Cengizkan ve Büke Uras.
Mimar Büke Uras’ın yazdığı Büyükada: Moris Danon Koleksiyonu[*] kitabı 8 Aralık’ta okurlarıyla buluştuğundan beri yankıları artarak devam ediyor. Son bir aydır kitap hakkında pek çok yazı, söyleşi yayınlandı. Ben de bir adalı olarak kitabın zorlu, uzun soluklu ama bir o kadar da heyecan verici sürecinde yer almaktan büyük gurur duydum. Adalı Dergisi’nin Ocak sayısında dergimiz okurları için gerek Moris Danon ve Büke Uras’ı, gerekse adaya, adalılığa dair düşüncelerini daha etraflıca ortaya koyacağımız bir sohbete yer vermek istedik. Kitabı yayına hazırladığımız son aylarda neredeyse her gün konuşan, yazışan üç adalı, bu kez farklı bir pencereden kitaba, koleksiyona ve Büyükada’ya baktık.
Kitaba ve koleksiyona gelmeden önce biraz sizin “adalılık” algınızdan, deneyiminizden bahsedelim isterseniz…
Moris Danon: Ben gözümü açtığımdan beri Mayıs sonu adaya gider, Eylül sonuna kadar da adada kalırdık; ilk hatıralarıma baktığım zaman belki sezonun en sevdiğim günü, Büyükada’dan gelen pos bıyıklı Hasan’ın İstanbul’da kapımızı çalışıydı. O zamanlar öyle taşınılır, bütün eşyalar taşıyıcıya verilir, hepsi de adaya giderdi. Biz ilk on üç yılımızı Mizzi Köşkü’nün karşısındaki sarı binada geçirdik, yani ben aslen Nizamlı’yım; on üç yaşıma kadar da orada yaşadım. Ada benim için tam bir özgürlük alanıydı. Düşün, okul bitmiş zincirlerimizden, şehrin deliliğinden kurtulmuşuz, en güzel, en keyifli, en hür zamanlarımız adada geçiyor. Hemen arkamızda Kanarya Sokak vardı, eşekçiler oraya kadar gelirdi. Biz de onları bekler, eşekle iskeleye kadar gidip dönerdik. Yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk, sabah onda evden çıkıyor, akşam yediye kadar ne cep telefonu var ne başka bir şey; istediğimiz gibi gezer dolaşırdık özgürce, masalsı bir dünyada.
Antoniadis’in Büyükada’dan saptadığı güneş lekeleri, 1889. Moris Danon Koleksiyonu.
Ben on üç yaşındayken Maden’e taşındık; Metin Erksan’ın ünlü filmi Sevmek Zamanı’nın çekildiği eve. Nizam’dan sonra ayrı bir şoktu orası; Nizam hareketliydi, insanlar vardı, oysa biz birdenbire Maden’in sonunda, önünden kimsenin geçmediği bir eve yerleşmiştik. Karşıda bir Sedef Adası, başka da bir şey yok. Mamafih ben bir yaştan sonra o sakinliği sever oldum. Ada aslında kendimizi yeni yeni tanıdığımız, arkadaşlarımızı edindiğimiz, ilk defa lokantaya gittiğimiz, birçok şeyi ilk kez yaptığımız yerdi. Hatırlıyor musunuz pizzacıyı? Pizza Fungi vardı o zaman; bir pizza söylerdik iki saat gelmez, biz o arada gider oynar, dönüp pizzamızı yerdik. Her şeyin ilkini adada, o çocukluk yıllarımızda yaptık. Eşim Dürrin de iki yanımızdaki evde büyümüştü; ailesi hâlâ orada yaşıyor.
Büke Uras: Benim de benzer bir hikayem var. Seferoğlu’nda doğdum sayılır; 6 Eylül doğumlu olduğum için annem der ki 5’inde indik adadan demek ki neredeyse adada doğdum gibi bir şey. Seferoğlu’nun üst havuzu vardı, çevresinde de modern binalar; orada yaşadık bir iki-üç sene. O dönemi hatırlamıyorum tabi ama sonrasında neredeyse çeyrek yüzyıl yaşayacağımız Muratlı Sokak’a taşındık, Ziyapaşa’nın üstüne. Hep konuşuruz, adanın en güzel manzarası bizim evdendi diye. Meşhur çocuk doktoru Teoman Onat’ın üst katında kiracıydık. Melis hatırlarsın sen de.
Evet, rahmetli Teoman Amca benim de doktorumdu; bana piyanoda In the Mood çalmayı bile öğretmişti. Nev-i şahsına münhasır ama bir o kadar da dahi bir hekimdi, nur içinde yatsın. Evin hikayesini de biliyorum. Baban Hasan Uras’tan da dinleyeceğiz bunu sanırım; ondan da adalılığına dair bir yazı rica ettik bu sayıda…
B.U.: Gürültü yaptığımızda bizi hortumla sulardı; biz de üst kattayız, tabi taşıyıcı bir sistem yoktu merdivenden bir karnıyarık sistemi yaratılmış olduğu için yapısal olarak, biz koşturunca bütün ev titrerdi. Agassi Köşkü’nün tam arkasıdır orası; köşkün cihannüması üzerinden Heybeli’de gün batımını izlerdik. Benim bütün çocukluğum da o güzel yerde geçmiştir.
Benim için de benzer deneyimler söz konusu; büyük aile, tasasız yaz günleri, ilkler, ama hep vurguladığım bir şey var: o dönemlerde -80ler ve öncesinde- “yazlıkçı” diye bir tabir yoktu. Bizim çocukluğumuzda adalılık vardı ama “yazlıkçı” sonradan ortaya çıkan bir kavram ve ben hâlâ o “yazlıkçı” yaftasını içine sindiremiyorum, adaya yakıştırmıyorum ve reddediyorum. Artık “yazlıkçı” olmasam da bir tür ötekileştirilme, kategorize edilme gibi geliyor bana, “ama onlar yazlıkçı” ifadesi. Daha önceleri de dergide pek çok kez yazdığım gibi, adalılık bir varoluş biçimi, bir aidiyet. Adalısın ya da değilsin. Bunun yazla kışla ilgisi olmamalı.
M.D.: Bence adaya doğalgaz geldikten sonra çıktı bu ortaya; ısınma problemi büyük bir sıkıntıydı. Adalar’a doğalgaz geldikten sonra pek çok insan adayı artık dört mevsim yaşanan bir yer olarak kabul etti. O zaman biz eski adalılar da “yazlıkçı” olarak görünmeye başlandık çünkü dört mevsim orada yaşamıyoruz. Temelinde adanın daha yaşanılabilir bir yer olmasından kaynaklanan bir olgu.
İskele Yokuşu. Moris Danon Koleksiyonu.
B.U.: Hem o var hem de bence eskiden şimdi olduğu kadar seyahat etmiyorduk. Şimdinin yazlık kavramıyla o zamanınki aslında birbirinden ayrılar. Biz üç ay gelip kaldırdık, hiç İstanbul’a inmezdik; babalar inerdi onu hatırlıyorum. Şimdiki yazlıkçı kavramı çok daha devingen buna göre. Kısa süreli de olsa arada güneye, Bodrum’a, ya da başka ülkelere gidiliyor; eskiden böyle değildi. Belki de adalıyla yazlıkçı arasındaki fark bu hareket yetisinin bir şekilde değişkenliğinden de kaynaklanıyor olabilir.
M.D.: Bir tek arada bir doktora gitmemiz gerekirdi. Ağlayarak İstanbul’a iner ve dönerdik. Gerçekten başka bir yere gitme mefhumu yoktu. Şimdi bakıyorsunuz “yazlıkçılar” adaya bir ay geliyor, bir buçuk ay geliyor. Hadi en uzun gelen iki ay kalsın…
“Yazlıkçı” kavramından yavaş yavaş kitaba gelecek olursak, “sayfiye” üzerine başlı başına bir bölüm var ada tarihine dair kitapta. Sayfiyenin yazlıktan ne farkı var? Orada çizgiyi nerede çiziyorsunuz? Sayfiyeden yazlığa geçişte bir fark var mı, yoksa aşağı yukarı aynı şeylerden mi bahsediyoruz? Sosyolojik olarak farklılık mı, tarihsel süreç mi? Nasıl görüyorsunuz bunu?
Pancos İskelesi. Moris Danon Koleksiyonu.
B.U.: Güzel bir soru sordun. Bence aynı şeylerden bahsediyoruz ama ilginç olan Adalar’ın eski sayfiye kimliğini sürdürmesi. İstanbul sayfiyeleri arasında eski sayfiye kimliğini devam ettiren tek yer Adalar. Caddebostan, Erenköy, Bostancı eskiden sayfiye kabul edilirken, 80lerden sonra artık şehrin bir parçası hâline geliyor. O anlamda sayfiye kimliğini ve hem mimari hem sosyal dokuyu ve dinamikleri -ki buna “yazlıkçı” dinamiği de dahil- halihazırda muhafaza edebilen yegâne örnek İstanbul’da Adalar.
Hazır sayfiye-yazlık kavramları üzerinden kitaba doğru yönelmişken sorayım o halde, Moris senin bu koleksiyona başlama yolculuğunu üç aşağı-beş yukarı biliyoruz. Biraz daha ayrıntıya girebilir misin?
M.D.: Aslında yaklaşık yirmi sene önce başlamış bir yolculuk. Mert Sandalcı’nın Max Fruchtermann kartpostalları kitabı vardır; dev gibi bir kitaptır. İlk onunla başladı. Bir adalı olarak Büyükada’nın hiç görmediğim eski görselleri ile karşılaşmak çok ilgimi çekti, neden sonra dedim ki ilk önce hedef olarak kitapta geçen bütün kart postalları bulup alayım. Yirmi sene önce İstiklal Caddesi’nde Cumartesi günleri bütün sahafları gezip bunları görürdük. Ama bir süre sonra tabi bu da bir değişime uğradı. Bunların bir çoğu online ortama geçti. Ama aslında bütün süreç iki kartpostalla başladı. Derken resimlere, oradan efemeraya yöneldim. Büyükada nerede geçer? İstanbul kitaplarında, Osmanlı kitaplarında…Böylece devam eden yirmi senelik bir biriktirme sürecinin sonucunda koleksiyon ortaya çıktı. Yaklaşık üç sene önce de hadi şu kitabı yapalım diye karar verdik. Devamında da iki küsur sene süren ciddi bir araştırma, kavram geliştirme, kitabı bir araya getirme süreci yaşadık.
Calypso Oteli önünde eşekle Aya Yorgi’ye çıkmak üzere hazırlanan ziyaretçiler. Moris Danon Koleksiyonu.
B.U.: Burada bence önemli bir nokta daha var, o da Moris’in kaynaklarının çeşitliliği. Moris koleksiyonu tek bir yerden tek bir kaynaktan satın almadı. Gerçekten uzun yıllara ve farklı coğrafyalara dayalı bir araştırma sürecinin sonucuyla toplanmış bir koleksiyondan bahsediyoruz. Gerek Türkiye’de, gerek Avrupa’da yaşayan ailelerin terekeleri, bunun haricinde seyyahların bizzat yaptığı gözlemler, fotoğraflar, günceler gibi Londra’da, Paris’te bulunan belgeler, kitaplar, parçalar. Bu çok seslilik, başka bir deyişle Moris’in bu malzemeyi tek bir kaynaktan toplamaması, aksine dünyanın farklı yerlerinden bir koleksiyon oluşturma hedefi ve bunu becermesi bence çok önemli. Zira Büyükada hakkında biz eğer doğru bir analiz yapmak istiyorsak adanın ruhunu eğer doğru aktarmak istiyorsak, adaya özellikle on dokuzuncu yüzyılda hâkim olan çok kültürlü ortamı doğru yansıtabilmek adına bu çok kültürlülüğünün kaynağını da görsel olarak vermemiz gerekiyordu. Nasıl metinde Osmanlı basınından, Fransız basınından, İngiliz güncelerinden yararlandıysak aynı şekilde görseller de farklı kaynaklardan çıkmalıydı. Metnin ve görsellerin kaynakları bir şekilde birbiriyle uyumlu ve bu da bence Büyükada’nın gerçek ruhunu doğru analiz edebilmek için tek yoldu.
M.D.: Evet doğru. Bir örnek vermek gerekirse kitapta gerçekten özel dediğimiz parçaların birçoğu da aslında Türkiye dışından bulundu Paris’te, Amerika’da… Troçki’nin imzalı, yangından kurtulmuş kitabı örneğin, Los Angeles’da eBay üzerinden satış yapan birinden alındı. Troçki’nin albümü de Paris’te bir müzayede evi üzerinden. Aslında kitapta nadir olarak nitelendirilebilecek birçok parça Türkiye’de değil yurt dışındaydı. Tabii Büyükada yabancılar tarafından en çok ziyaret edilen ada olduğu için aslında onlarla birlikte yurt dışına giden çok ciddi malzeme var ve hâlâ da çıkıyor. Koleksiyona bu gözle bakmazsan da biraz dar bir mecrada kalıyorsun.
1885 Regatta’sı için yapılan dev tribün. Fotoğraf: Pascal Sébah. Moris Danon Koleksiyonu.
Koleksiyonu zengin kılan da bu sanırım. Fotoğrafından, resminden külliyatından, edebiyatından efemerasına kadar çok daha bütüncül bir yapısı var. Benim için önemli bir yanı da organik olarak büyümeye devam ediyor olması. İşin içindeyken de bunu görüyordum. Dışarıdan baktığım zaman da aynı şekilde görebiliyorum. Belli ki bir fotoğraf, bir kartpostal ya da bir mektup başka bir kapıyı daha açıyor ve dedektif gibi onun peşine düşüp izini sürerek o yol devam ediyor. Nitekim hep altını çizdiğim gibi, bir koleksiyona da zaten nadiren onu tamamlamak için başlanır diyor Baudrillard. Koleksiyonerlik, çok kişisel bir hikâye anlatmak aslında: Kişinin yaşam öyküsü, tutkuları, hayalleri ve nostaljisi hakkında bir hikâye. Philip Blom, her koleksiyon, bir anılar tiyatrosu ve kişisel ve kolektif geçmişlerinin mizansenidir—hatırlanan bir çocukluğun ve ölümden sonra hatırlanmanın bir toplamıdır diye yazar.[†]
M.D.: Ben hep tersinden alıyorum; aslında ben Büyükada toplamıyorum. Büyükada beni topluyor.
Dediğin gibi sonu da yok; detayın detayına giriyorsun ve bir kapı başka kapılar açıyor. Troçki albümü buna çok güzel bir örnek.
Rıhtım boyunca restoranlar. Moris Danon Koleksiyonu.
B.U.: Bu koleksiyonun bana gösterdiği önemli bir şey Büyükada’nın aslında bu nostalji sevdası içinde görünmez hâle gelen öncülüğü. Büyükada’nın genel olarak payitahtın sosyal yaşam anlamında hakikaten öncü bir karakteri olduğunu düşünüyorum ki bunu da bana fotoğraflar gösteriyor. Onun haricinde, kitapta da yazdığımız gibi Büyükada’daki merkezi idarenin temsilinin göreceli azlığı hem mimaride hem sosyal yaşamda sivil girişimi öne çıkarmış. Sırf regatta örneğinden gidersek -ki Moris Danon koleksiyonunda bunu fotoğraflarla takip edebiliyoruz- her ne kadar hanedanın desteği de olsa, bütünüyle sivil girişim tarafından organize edilen ilk kamusal, halka açık bir şenlikten bahsediyoruz burada. Osmanlı sosyal yaşamı için son derece önemli bir gelişme: bir spor müsabakası kadınlı-erkekli seyredilebiliyor. Üstelik bu çok katmanlı; içinde cinsiyet var, sivil girişim var, mimari var, sosyalleşme var, her şey var. Bu anlamda Büyükada bir öncü ve bizim bu 20. yüzyıl tarih yazımındaki ağlak edebiyatından çıkıp buna odaklanmamız lazım. Büyükada niye önemli? Büyükada tarihinde neyi öne çıkarmalıyız? Bunun hem mimariye hem sosyal yapıya etkisini sorgulamalıyız. Bunca nostalji sevdası için de bir takım gerçekleri göz ardı ettik. Bence bunların ortaya çıkartılması lazım. Tek başına Macar Gezintisi’nin sosyal yaşamda neredeyse Beyoğlu’na eş değer, onunla eş zamanlı önemini ortaya çıkarmak bile neden ancak 2023 yılında olabiliyor? Bunlar çok önemli sorular bence ve bunları görmemiz belki de Moris Danon koleksiyonu ile mümkün oldu diye düşünüyorum.
Bu arada başka bir şeyin de altını çizmek gerekiyor. Kentsel ve sosyal anlamda Büyükada deneyimi başarılmış bir deneyim. Bu başarı da uluslararası bir tanınırlıkla geliyor. Kitapta Hemingway örneğini verdik: Hemingway Mudanya’ya hiçbir zaman gitmiyor, İngiliz istihbaratına dayanarak orası tozlu ikinci sınıf bir sahil kasabası diyebiliyor. Büyükada’da böyle bir şey söz konusu değil. Büyükada uluslararası anlamda Capri, Menton ya da Côte d’Azur ile eşdeğer görülen tek yer. Bu da bütün bu sosyal ve kentsel deneyimin aslında başarılmış olduğunu da bize gösteriyor. Salt doğal güzelliğin başarısı değil bu. Büyükada’yı Büyükada yapan iki sivil girişim var: biri Joseph Baudouy’nin mühendislik girişimi diğeri de Giovanni de Giacomo’nun mimari ve emlak yatırımı.
Peki neden Büyükada’nın bu yönü, bu sivil girişimin biricikliği ve önemi bu zamana kadar gündeme gelmedi?
B.U.: Kitapta da belirttiğimiz gibi ada algısının 1930lar’da Abdülhak Şinasi Hisar’la birlikte neredeyse münhasıran nostalji ve bellek üzerinden çalışılır hale gelmesi kısırdöngüsü. Şu köşk şunundu, bu Atina’ya taşındı gibi bir bakış açısından, bu nostalji edebiyatından çıkmalıyız artık diye düşünüyorum. Neden 2023’de yapıldı? Çünkü Moris ile bir karar verip nostalji tuzağından bu kitapta çıktık. Bu da birtakım şeyleri görebilmemize olanak sağladı.
Yalnız o değil, bir de ada tarihine dair kanıksanmış bilgileri birkaç seneye geriye çekmek, yeniden tanımlamak, tarihsel bazı varsayımları düzeltmek anlamında da çok önemli bir çalışma aynı zamanda.
B.U.: Küçük Tur ve Büyük Tur yolu saptamaları bence tek başına çok önemli. Bunlar adanın Giacomo’nun emlak girişimine izin verecek biçimde de şekilleniyor, zira adanın iskele civarında birbirine kenetli kentsel dokusunu kıracak, bahçeler içindeki hepimizin bildiği köşklere bir şekilde imkan tanıyacak ulaşım omurgasının yapılma süreci tamamen vapurların gelmesinden sonra sayfiye kimliğiyle eş zamanlı ve bunun neticesi de Küçük Tur yolu. Küçük Tur yolunun ilk defa inşaatsal tarihini saptadık. Kırım Savaşı sırasında Fransızlar Rus esirlere yaptırıyor. Manastırların bin yıllık kadim patikalarının baskın şekilde öne çıkışını kırıyor bu yeni yol ve ada bir şekilde altyapısı da sekülerleşerek sayfiye kimliğiyle uluslararası standartlara bu şekilde yaklaşabiliyor. Bu da yine buna uygun altyapıyla mümkün oluyor.
M.D.: Hepsi birbirini besliyor aslında. Adanın asıl dönüşümü 1846’da ilk vapur seferlerinin başlamasıyla, bir anlamda Adalı Rum kimliğinin de yavaş yavaş değişmesi ile ortaya çıkıyor. Aslında çok ilginç, Osmanlı çökerken ada yükseliyor. Bir de öyle bir tezatlık var ama gerçekte baktığımız zaman ada en güzel günlerini Osmanlı’nın en kötü günleri sırasında yaşıyor.
Bu dönüşüm sürekli devam ediyor ama baktığınız zaman. Kitap belirli bir tarihte sonlanıyor ama bu nostalji adanın içinde var olmaya ve sakinleri de nostalji ile beslenmeye devam ediyorlar. Bir yandan sürekli bir “gelen gideni aratıyor” şikâyeti de var ama her türlü sosyokültürel, çevresel devinim de göç de devam ediyor. Büyük bir ihtimalle ileride de edecek. Bunu nasıl görüyorsunuz? Başka bir deyişle “eskiden daha güzeldi” nostaljisi içinde bu devinim ve değişim sürecek mi aynı şekilde?
M.D.: Bence kaçınılmaz bu. Ben bugün kendi kızıma sorarsam ada dünyanın en güzel yeri hiçbir şeyle karşılaştırmıyor, bugünü yaşıyor ve bugüne göre de bir saptama yapıyor. Biz hep eskiyle karşılaştırıyoruz. Belli bir yaşa geldik. Eskiye bir özlem var. Belki muayyen bir yaştan sonra normal ama ben şöyle diyorum, her şeyde bir denge olması lazımdı. Faytonların kaldırılması örneğin: Biz yönetemediğimiz bir şeyi yasakladık. Halbuki bir ara çözüm olabilirdi. Şimdi de bu yüzden kaos ortamı var. Öte yandan günün şartlarına ayak uydurmak da lazım. Esas soru şu: bugünkü adada neyi nasıl daha iyi yapabiliriz? Geçmişe göre bir şey yapmanın fazla bir anlamı olduğunu da düşünmüyorum.
Katılıyorum. Korumak ama değişen zamana ayak uydururken tarihinden de özgünlüğünden de özelliklerinden de fazla ödün vermeden bir şekilde o köprüyü kurmakta fayda var.
M.D.: Kesinlikle ama biz ne yaptık? Bütün köprüleri yıktık. Bir tane fayton bırakmadık, bir tane eşek bırakmadık. Geçmiş tamamen kartpostallarda, fotoğraflarda kaldı. En azından geçmişi temsil eden küçük bir dünya bırakmalıydık diye düşünüyorum.
Bu konuda söylenecek çok şey var. Geçmişin silinerek yeniden, farklı şekilde yazılması Büyükada’ya mahsus değil maalesef. Sokak isimlerinin gelişigüzel değiştirilmesi de bunun en belirgin örneği. Kitaba dönecek olursak, siz yazma sürecinde ne ölçüde birbirinizden beslendiniz?
B.U.: Çok beslendik, gerçekten çok beslendik. Benim için önemli bir kriter metinleri yönetenin arşiv olmasıydı ve bence ortaya çıkan ürün itibariyle metinler ve görseller birbiriyle çok tutarlı, birbirlerini karşılıklı besliyorlar. Bu süreçte hem koleksiyon hem de metinler çok gelişti; ikisi birbirinden bağımsız olmadı en başından itibaren.
M.D.: Yazmaya başlamadan önce Büke en az iki defa Cenevre’ye geldi, bütün koleksiyonu birlikte gözden geçirdik. Sırf görsel malzemeleri değil, kitapları da. Metin de bu koleksiyon etrafında oluşmaya başladı.
B.U.: Evet ama sonuçta bu bir kamusal arşiv değil. Bu tek bir kişinin fikri, beğenisi ve ilgisiyle toplanmış bir arşiv ve bu öznellik bence çok değerli. Bu öznelliği bir şekilde yansıtmak gerekiyor eğer bu bir koleksiyon kitabıysa. Söz konusu hissiyatı da yansıtmak ve tutarlı kılmak bence önemliydi.
M.D.: Bazı konularda şansımız da yaver gitti. Troçki’yi, Antoniadis’i bir buçuk sene önce bulduk. Mehmet Celal’in orijinal metnini ise bir hafta önce buldum.
Saat kulesinin inşaatından önce, eski adıyla Aşağı Macar olarak bilinen meydan. Moris Danon Koleksiyonu.
B.U.: Bence malzemeyle metnin birbirini beslemesi bence son derece keyifli ve sağlıklı. Gelecek projelere de imkân tanıyan adımlar bunlar. Örneğin Mehmet Celal’inki, konusu ada olan ilk Osmanlıca kitaptır ve Samuel Fox’un kitabından önce yayınlanmıştır. Neden bu kitabın Türkçesi yok? Astroloji konusunda da çok daha derinlemesine araştırma yapılmalı. Sosyokültürel olarak Antoniadis niye bir şekilde göz ardı edildi? Bu sorgulanmalı ve tekrar kent belleğine kazandırılmalı diye düşünüyorum. Kitaptaki Troçki albümü tek başına Moris Danon koleksiyonundaki en önemli parça. Troçki adayı nasıl görüyordu? Burjuva köşklerine, otellerine ya da manastırılara odaklanmaması doğal bir komünist olarak ama balıkçı sandallarını, Pancos civarındaki kentsel dokuyu fotoğraflaması bence son derece değerli saptamalar. Mine Urgan’ın, Tiraje Dikmen’in ona dair yazdıklarının bir görsel karşılığı adeta. Bu temkinli sürgün yaşamının görsel dışa vurumu son derece değerli bir kazanım diye düşünüyorum.
Başka proje geliyor mu kitabın arkasından? Ya da koleksiyon görücüye çıkacak mı bir noktada? Hatta belki Büyükada’da?
M.D.: Kafamızda böyle üç-dört tane değişik konu var; daha karar veremedik ama neden olmasın diyoruz.
B.U.: İki bin beş yüz fotoğraftan sadece üç yüz tane seçtik kitap için. İnanılmaz geniş bir koleksiyondan bahsediyoruz. Neredeyse on kitap daha çıkabilir.
M.D.: Olabilir, başka kitaplar da çıkartılabilir, sergi de düşünebiliriz. Ama birinci kriter, özgün ne ortaya çıkartabiliriz? Hep ona kafa yoruyoruz, sonuçta çıkartacağımız şeyin görülmemiş, fazla konuşulmamış bir şey olması lazım. O yüzden Büke ile hararetli tartışmalarımız bir süre daha devam edecek gibi gözüküyor.
Aya Yorgi’ye eşek sırtında çıkış. Moris Danon Koleksiyonu.
B.U.: Moris’in koleksiyonu çok iyi bir araç çünkü görsellik günümüz dünyasında çok önemli. Ada tarih yazımı biliyorsunuz ortaklıklardan ibaret. Uzun bir dönem bu; 17. yüzyıldan başlayan metinler neredeyse birbirinin kopyası. Belli ki adam gitmemiş ama gitmiş gibi yapıyor; yirmi sene önce basılmış bir kitabı kopyalamış. Dolayısıyla bu denli önemli nitelik ve nicelikte birincil kaynakların ortaya çıkması, ada tarihinde demin konuştuğumuz birtakım saptamalara, bunun haricinde ve bundan daha değerli olarak da farklı tartışmalara olanak sağlayacak. Bu tartışmalar da adadaki bu büyük yanlışları belki dönüştürmeye yarayacak.
Umarım. Büyükada üzerine konuşulacaklar, anlatılacaklar bitmez. Bitmesin de zaten. “Adanın tarihi yazılmaya başlandığı ilk günden itibaren yerlisinden yabancısına, üç gün kalıp gidenden burada doğup ölenine, ya da İmparatoriçe İrene gibi sürüldüğü yerden bile gömülmek için adasına dönmek isteyenine, tarih boyunca buraya duyulan iştah dinmek bilmiyor. Bir tür koleksiyon Ada. Kendi koleksiyonunu oluşturuyor fark ettirmeden” diye yazmıştım Eylül 2023 sayısında. Moris ve Büke, siz de bu koleksiyona nadide bir parça daha eklediniz. Bir adalı olarak teşekkür ediyorum ikinize ve tüm emeği geçenlere.
[*] Büyükada’nın tarihine, özgün dünyasına ve belleğine ışık tutan, editörlüğünü Müge Cengizkan’ın, İngilizce çevirisini Melis Şeyhun Çalışlar’ın, tasarımını Emre Çıkınoğlu’nun yaptığı, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan bu değerli çalışma, karton kapaklı, kutulu özel edisyon ve İngilizce edisyon olmak üzere üç farklı formatta temin edilebilir.
[†] To Have and to Hold, Philipp Blom, Penguine, Londra, 2002, s. 191.
Yayınlanma Tarihi: 09 Ocak 2024 / Son Güncellenme: 09 Ocak 2024
Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.
Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.
Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.