Paylaş
Tüm Sayılar      2023      Sayı 215 – Mayıs 2023      Mahir Polat ile Kültürel Miras’ın Korunması Üzerine

Mahir Polat ile Kültürel Miras’ın Korunması Üzerine


“Özel Çevre Koruma Yasası, nasıl pervasız bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu bize gösteriyor. Bu konuda ne yapacağını Adalılar da, kent bilincine sahip insanlar da iyi düşünmeli.”

Şubat ayında yaşadığımız deprem felaketi sadece insani boyutuyla değil sahip olduğumuz tarihi ve kültürel değerler açısından da nasıl bir risk altında olduğumuzu gösterdi. Adalar da sahip olduğu kültürel miras konusunda bugüne kadar, günden güne artan ve sadece kâra yönelik bir saldırıya karşı çoğunlukla yalnız bırakıldı, alınması gereken tedbirler alınmadı. Şimdi önümüzde daha acil çözümler almamızı hatırlatan bir deprem tecrübesi var. Peki biz bu tecrübeden neler öğrendik? Neler yapılması gerekiyor? Adalar nasıl korunacak? İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat, 2 Mayıs Salı günü Açık Radyo’da yayınlanan “Dünya Mirası Adalar” programımıza konuk oldu ve sorularımızı yanıtladı.

Büyükşehir Belediyesi olarak farklı alanlarda çalışma yapmak üzere deprem döneminde Antakya’ya oldukça sık gittiniz. Bu ziyaretlerinizden birisinin de de oradaki kültürel miras kaybını tespit etmek üzere bir çalışma olduğunu hatırlıyorum. Sizin orada gördüğünüz, ileriye dönük dersler çıkarılması gereken neler oldu? Ve Adalar özelinde baktığınızda nasıl paralellikler kurup, nasıl önlemler almalıyız?

Bu konuda çok anlatacak şey var ama öncelikle şunu söyleyebilirim; Hatay’da tarihi doku büyük oranda yok olmuş durumda. Sadece Hatay’da değil deprem gören diğer kentlerde de büyük ölçekte iyi koruma koşulu sağlanmayan yapıların tamamını kaybetmiş durumdayız. Bu durum bizim için çok temel bir soruyu gündeme getiriyor. Diyelim ki on dokuzuncu yüzyılda yapılmış bu yapıların bir kısmı ya da daha eski. Bu yapıların ayakta kalmamasını doğal seyrine bağlayabiliriz. Yani kagir bir yapı, tabii ki böyle bir depreme dayanacak bir mühendislik göstermiyor olabilir. Zemin ilişkisinden ötürü de dayanamayabilir. Ama benim için daha önemli bir sorun var. Peki, restorasyon, gören yapılar niye yıkıldı? Bizim deprem bölgesinde esas konuşmamız gereken en önemli konu budur. Bazıları üç yıl, bazıları beş yıl, bazıları ise on yılı bile tamamlamamış, restorasyon gören yapılar bunlar. Doksan dokuz depremi ki Türkiye’nin en travmatik depremlerinden birisidir. Hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olmayacağına ilişkin toplumun siyasetçilerin, kurumların hep beraber sözler verdiği bir dönemden sonra yaşanılan bütün restorasyon deneyimlerini yeniden ele almamız gerekiyor.

Bizim için şu çok önemli: nasıl bir restorasyon anlayışımız olmalı ki deprem riski altındaki bölgelerde kültürel mirası koruyabiliriz? Türkiye’de bu sadece yaşadığımız süreçle ilgili değil çeşitli felaketlerin kültürel miras üzerindeki etkileri ve bunun riskleri üzerinde çok duruldu. Ancak bu anlatılanlar, konuşulanlar bir denemeyle beraber sonuç alıp bizi ilerletmeliydi. Türkiye çok büyük bir restorasyon deneyimi fırsatını ne yazık ki bu geçmiş dönemde kaybetti. Çünkü bütün bu yaklaşımlar o sahada denenebilir ve bazı bize temel ürünler verebilirdi. Ne yazık ki şimdi görüyoruz ki bunca restorasyon bütçesine, bu kadar şirketin harekete geçmesine ve sektörleşmiş bir restorasyon alanına karşın deprem bölgesinden kurtarabildiğimiz eski eser yok. Çünkü bu eserlerin hiçbirisi zeminle ilişkilerinde, koruyucu yenilikçi sistemlerin burada uygulanmasında kendilerini koruyabilecek bir önlemle karşılaşamamışlar ve hatta bu uygulamaların bazısı bu yapılara ekstra yükler getirdiği için yıkılmalarına neden olmuş. Bunun örneklerini sahada ayrıntılı bir şekilde gördük. Bizim çıkarmamız gereken birinci soru şu: nasıl çağdaş yapılara bakıyoruz ve bu yapılar niye yıkıldı diye soruyoruz, aynı şekilde bizim tarihi yapılara da böyle bakıp bu binalar niye yıkıldı dememiz lazım.

Çok yakın zamanda İstanbul’un mirası ve deprem riskinin yönetimi toplantısı yapıldı. Ve siz burada İstanbul’da otuz beş bin iki yüz altmış beş tarihi tescilli binadan bahsettiniz ve bunların yüzde elli birine yakınının da yıkılma tehdidi altında olduğunu söylediniz. Uzmanlara göre son depremde yıkılan birçok yapının tescili bulunmuyor. Adalara gelirsek, burada da tescili yapılması gereken çok yapı bulunuyor. Bunlarla ilgili acaba nasıl hangi aşamadayız?

Birincisi yüzde elli bir riskli yapı grubu skorumuzu neye dayandırıyoruz onu söyleyeyim. İstanbul’da otuz beş binin üzerinde kültürel miras envanter yapımız var. Bunların içerisinde bir grup anıt eser dediğimiz yapı çok özel bir yerde duruyor. İkinci grup sivil mimarlık eserleri de başka bir yerde duruyor çünkü bu ikinci grup sivil mimarlık eserleri içerisinde insan yaşıyor. Biz kültürel miras tarihi yapıların bir yerlerde kentsel obje olduğunu falan zannediyoruz. Öyle bir algı var. Halbuki bizzat insanların içinde yaşadığı yapılardan bahsediyoruz. Biz yapılar arasında hiyerarşi belirlediğimizde korumaya ilişkin fikirlerimiz de değişiyor. O yüzden bizim kentte tescilli yapı, tescilsiz yapı ayrımı olmadan, insanın yaşadığı her yeri korumak için bir üst aklımız olması gerekiyor. Yani ilk ilkemizin bu olması gerekiyor.

Şimdi bu sayının metodolojisi şudur: İstanbul’da Kandilli Rasathanesi’nin yaptığı yedi nokta beşlik senaryo depreminin, deprem merkezi ve yayılım alanı hesapları bizim temel verimiz.
Değişik noktaların yayılımlarıyla beraber senaryo depreminde gözüken merkezler ve bunların etkilenme bölgesinden görüyoruz ki, İstanbul’un kültürel mirası, deprem etki bölgesinde ve yüzde elli birinin de depremin olası etkilerinden, doğrudan etkilenecek ve ağır hasar alacak.

Bu Adalar’ın da içinde olduğu senaryo depremi haritalarının karşılaştırmasıyla gördüğümüz sahne. Bu birinci verimiz. Bir de ikinci verimiz var. Bu da bizim o günden beri anlatmaya çalıştığımız, yaklaşık iki yıldır altlığını çalıştığımız ve hem mülk sahipleri hem de kamu kurumlarıyla paylaştığımız diğer çok önemli bir konu. Hangi durumda olursa olsun bu yüzde elli bir etkileniyordu demiştik ama bir grup daha var ki bunlar deprem bile olmadan yıkımla karşı karşıyalar. Onlar da metruk yapılar dediğimiz grup. Bu da yaklaşık yüzde on birini buluyor toplam sayının. Yani yaklaşık biz üç bin sekiz yüze yakın yapı deprem gibi bir koşulda zaten dayanamayacaklar ama mevcutta da zaten ayakta duramayacak haldeler.

Biz İstanbul’daki bütün tarihi yapıları düzenli olarak kontrol ediyoruz ve buralarda metruklaşma, çökme ve benzer risklere karşı önleyici bir şekilde gözlem yapıyoruz. Ancak İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu yapıların tamamına müdahale etme hakkına sahip değil. Türkiye’de Kültür Bakanlığı’nın koruma kurumları, bu yapıların akıbetini takip etmek ve gelişmelerle ilgili tedbirler almak ya da yaptırımlar uygulamak zorunda. İncelemelerimiz sonunda bahsettiğimiz metruk yapıların bin kadarının durumunun çok kötü olduğunu tespit ettik ve içlerinde altı yüz altı tanesinin de hem dokümantasyonu yaptık hem de yazışmalarla ilgili kurumları uyardık.

Adalar özelinde ne kadar ne kadar yoğun bu çalışma?

Benzer bir çalışmayı adalarda da yapıyoruz ama ama Adalar’daki metruklaşan ya da yaşam alanından kopan yapı grupları, oranın sosyolojisiyle de ilgili. Bazı yapılar uzun süredir meskun olmadığı için de bu görüntüyü arz edebiliyor. Yani sadece kendi fiziksel özelliği değil, kullanılmamayla da ilgili bir durum var. Biz Adalar’da özellikle on dört yapıya odaklanarak onlarla ilgili yazışmaları ve öncesi ilgili işlemleri başlattık. Mesela bunlardan biri, herkesin bildiği ve şikayet ettiği ama bir türlü niye işlenmediğini düşündükleri Troçki evi. Öncesinde sapasağlam bir şekilde aslına uygun olarak korunabilir, restore edilebilir haldeyken, korunma olmadığı için hızla çöküşe gitti. Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi de benzer şekilde. Şunu da burada söyleyeyim. Hüseyin Rahmi Gürpınar evinin yetkisi bizde değil. Burası bir zamanlar İBB’deydi fakat İBB’nin elinden alınarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredildi. Buna rağmen, biz Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın hem şahsi hem de Adalar için değerini bilerek, ilgili kuruma dedik ki “bırakın biz restore edelim, tekrar müzeyi açalım”. Ancak bu teklifimize de cevap gelmedi. Bugüne kadar, bahsettiğim on dört yapıya ilişkin sekiz tanesinden geri dönüş aldık. Üçü koruma kuruluna yazdığımız yazılardı. Bunlardan acilen projelendirmelerinin başlaması ve güvenlik tedbirlerinin alınması, reaksiyon gösterilmesi hakkında konulardı ve koruma kurulu üst yazılarla bizim yazılarımızı ilgililere gönderdi. İki adet ilçe belediyesi tarafından karşılandı. Özellikle özel mülk sahiplerine tebligatla durum bildirildi ve sürecin takip edileceğine ilişkin bir süreç başlatılmış oldu diyelim.

Burada bir küçük parantez açabilir miyiz? Vatandaşa destek olması gereken koruma kurulları ne iş yapar? Bu kanunlar da nasıl işler? Mesela Kınalıada’da yaşayan bir şahsın tescilli bir binası var. Üç senedir izinlerini alamamış bu beyefendi. Bunun yanı sıra herkesin çok iyi bildiği Heybeliada’da Sadık Bey Plajına kurulmuş bir aqua beach var, Cevahir Holding sahibi. Burası birçok kez durduruldu. Basit onarım izinleriyle oraya yapılmaması gereken bir çok şey yaptılar. Buranın bir söküm kararı da vardı ve bu söküm kararı bir şekilde üç ayda kaldırıldı. Bir tarafta vatandaş izinlerini alıp evini yapmak için üç senedir bekliyor. Diğer tarafta da böyle imtiyazlı durumlarla, üç ayda bazı kişilerin işleri olabiliyor. Burada ciddi bir sorun yok mu sizce de ?  

Aslında temel bir problemin özetini geçmiş oldunuz. Birincisi, Adalar sit bölgesi. Yani tek yapı ölçeğinin ötesinde alanın tamamı da zaten korunması gereken statüde. Bu yüzden herhangi bir yapıyı konuşmanın ötesinde Adalar’ın bütünlüğü içerisinde beraber nasıl korunacağı diye bir temel meselemiz var ki en son verdiğiniz plaj örneği de bunlardan birisi. Fakat tek yapı ölçeğinde özellikle tarihi yapıların korunması konusunda koruma kurullarının rolleri üzerine bakacak olursak, koruma kurullarının hem sit ölçeğinde imar ve yapılaşmayla ilgili görüşler bildirme görevi var hem de tek yapı ölçeğinde yapının kaderine ilişkin kararları verme yetkisi var. Şimdi burada temel meselemizi konuşmamız gerekiyor. Adalar’da bin altı yüz otuz üç tane sivil mimarlık yapı var. Bunların birçoğu aslında ikinci grup. Adalar’da yaklaşık elliye yakın anıt eser statüsünde bina var. Biz büyük oranda ikinci grup yapılarla ilgili bir alandayız. Bu şu anlama geliyor. Aslında koruma kurullarının, Adalar’dan gelecek herhangi bir restorasyon projesine, belirli bir çeviklikle cevap vermesi gerekiyor. Adalar’da çok yoğun sivil mimarlık eserler var. Buralarda yaşanıyor. Adalar kendi erişim zorlukları, inşai faaliyet zorlukları, restorasyon zorlukları, iş gücü zorlukları olan bir bölge. Bizim bu zorluklarıyla korumaya çalıştığımız bir bölge. Demek ki ilk önce bu kadar uzun süreci olan, koruma kurulları proje kararları gibi konuların ortadan kaldırılması gerekiyor

Şimdi Adalar’ı bir tarafa bırakarak üst ölçeğe geçelim. İstanbul ölçeğinde de bu kadar yapının metruk olduğu ve kentin tarihi miras yönetiminde bir çöküşe doğru gittiği bir anı yaşıyoruz ve bu bizim önümüze bir soru getiriyor. Bu sürecin bütün metodunu üreten, kararlarını veren koruma bölge kurulları ve Kültür Bakanlığı, söz konusu konulara nasıl bir tutumla yaklaşıyor? Dünyanın herhangi bir tarihi kentinde, bin sekiz yüz yapının çökme riskiyle karşı karşıya olduğu ve kimsenin buna reaksiyon göstermediği bir örnek var mıdır? Bu kadar övgüyle üzerinde durduğumuz tarihi kent, kadim kent, uygarlıklar beşiği dediğimiz şeyin kendisi şu an yok oluş tehlikesinde ve bu durumun denetlemesi, korunması ve aksiyon alması gereken kurumu sadece yazı yazıyor. Şu an koruma alanlarının ne yazık ki içine düştüğü konu budur.

Adalar ölçeği için ya da benzer örnekler için de aynı şekilde söyleyeyim. Acil bölgeler, riskli bölgeler için ivedilikle bu konuda çalışabilecek ve bu metodolojide sadece acil yapılara ilişkin yeni teknolojilerle çalışabilecek bir kurul tesis edilmesi ve bunun metedolojisinin de yeniden yazılması gerekir. Tarihi eserler restore de edilir. Güvenli bir şekilde içinde de yaşanır. Dünya bunu çok iyi bir şekilde yapıyor. Türkiye bu konuda en kötü karnesi olan ülkelerden biridir. Acilen bu kurumların, insanlara ne yapacağı konusunda danışmanlık hizmeti vermesi gerekiyor. İnsanlar o evde yaşayacaklar ve danışmanlık almaları gerekiyor. Danışmanlık, korumanın ilk konusudur.

Finansal olarak bir destek alabiliyorlar mı? Çünkü eğer onlar daha küçük ölçekteki kişilere ait bu metruk binalar hem finansal  hem de danışmanlık olarak destek alabilselerdi bu kadar metruk bina olur muydu?

Öncelikle insanlara bu yapıları koruma konusunda yükümlülükleri olduğunu bildirmek gerekiyor. 2863 sayılı kanunun 65. maddesi, bir tarihi eserin korunmaması, ihmalle yok oluşa sürüklenmesi ve sonuçta kaybedilmesi konusunda, önce mülk sahibini sorumlu tutuyor. İnsanlara danışmanlık o kadar kötü veriliyor ki bunun bir suç olduğunu bile söyleyen yok. Kültür Bakanlığı, kültürel mirası koruma konusunda fonlara sahip olan bir kurum. Benim şaşkınlıkla baktığım bir konu var: Kültür Bakanlığı Türkiye’de iki bin yirmi iki yılında eski eser koruma konusunda harcadığı rakamı otuz milyon lira olarak açıkladı. Otuz milyon, İstanbul’da tek bir tarihi yapıyı yaparken harcayacağınız para. Sadece otuz beş bin kültürel mirasın olduğu İstanbul gibi bir yerde dört senelik görev süremiz boyunca Kültür Bakanlığı’ndan ya da valiliklerden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bütçesinden kesilen payların da gittiği yerden biz eski eser onarımına ilişkin aldığımız pay ne kadar biliyor musunuz? Sıfır lira. Biz bile kurum olarak alamazken vatandaşın faydalanamadığı bir imkandan bahsedebiliyoruz. Bu bütçelerin oluşturulması için ilk önce kentte kaç tane metruk yapı var? Gidip onu lütfedip çalışıp çıkarmanız gerekiyor. Bunu bile yapmamışsanız zaten ihtiyacın ne olduğunu bile bilemezsiniz demektir ki bu, böyle bir kurum için bir çöküş anlamına gelir.

Önemli bir konu daha var. Adalar, depreme hazır olabilecek, az katlı, çoğunluğu yığma binalardan oluşan, geniş aralıklı, bahçeli çok iyi örnek güçlendirme yapılabilecek yerler. Ve buralardaki binalar, genellikle modern mimarlık mirası dediğimiz yapılar. İstanbul’da biz bunun çoğunu kaybettik. Adalar için böyle bir güçlendirme projesi düşünülebilir mi?  

Kesinlikle bugün güçlü bir şekilde acil ve samimiyetle soruna bakıp, güçlendirme konusunu bütün imkanlarıyla önümüze almamız gereken bir durumdayız. Eski eserde de, çağdaş yapıda da güçlendirme çok önemli. İnşaat sektörünü, bir finans ağı ve kışkırtıcı ekonomisiyle beraber düşünürsek eğer doksan dokuz depreminden bu yana bizim neden hala daha dönüşümü tamamlayamadığımızı da anlayabiliriz. Güçlendirme, Türkiye’de gerçek anlamda ele alınmıyor. Bu konuda AR-GE çalışmaları ve yeni teknolojiler konusuna yeterince şans verilmiyor. Ortamımızda tek bir gündem var, o da sürekli yeni bina yapalım, yeni inşaat projeleri geliştirelim. Adalar örneği de bununla paralel. Adalar’da ciddi sayıda tarihi eser var. Bir, tarihi eserlerde güçlendirme çalışmaları zaten doğal olarak yapılabilir. Bunun teknolojileri, güçlendirmenin en nitelikli örnekleri Türkiye’de eski eserlerde verildi. Kültürel mirasın şu sorunu var. İki bin on yedide çıkarılan deprem kılavuzu, yönetmeliğe dönüşmemiş durumda. Deprem ve eski eser konusundaki mevzuat sayısı sıfır. Bir tane yönetmeliğimiz bile yok. Adalar ölçeğinde söyleyecek olursak, Adalar’da bir pilot çalışma yapmak istiyoruz. Elimizdeki imkanların sınırına bakmadan gelip orada neler yapacağımızı görmek çabasındayız. Adalar’daki vaka insanların ilk önce metodolojiyi iyi anlamaları, iyi danışmanlık almaları ve sonrasında bunu uygulamaları. Adanın hem korunması ve geleceğe taşınması hem de burada güçlü bir yaşam alanını üretmek konusunda hepimizin üstünde bir ödev var. Yeni yapılarda deprem yönetmeliğinin içerisine yeni teknolojilerin tamamı girmediği için merkezi yönetimin bu konuda mevzuat değişikliğine gitmesi gerekiyor. Bu tür müdahaleler ruhsat kapsamına alınmadığı için bir düzenleme yapılması lazım. Altlık olacak bir çalışmayla biz hazırlandık ve adalara bu çalışmayı taşıyacağız.

Adalar’da sivil toplumda güçlendirme konusunda bir çalışma başladı. Bir grup mimar bir araya gelerek güçlendirme konusuyla ilgili neler yapılabilir araştırmak ve insanları bilgilendirmek üzere harekete geçtiler.  

Riski düşünecek olursak sadece bu konuda uzman olan birkaç arkadaşımızın değil bütün Adalar’ın ayağa kalkması gerekecek. Tamamen halka yayılmış bir modeli ve o farkındalığı üretmek gerekiyor. Şu yanılgıdan kurtulmamız lazım: bunların tamamını devlet iyileştirsin ve yapsın, sonra da hayat sorunsuz bir şekilde devam etsin. Bu yanlış bir algıdır Herkes kendi oturduğu evin güvenliğiyle ilgili, devletten alacağı desteği, metodolojiyi iyi tanımlamalı ve iyi talep etmeli ama onun dışında esasen kendi mülkü olan yapıyla ilgili doğru süreçleri kendisinin yürütmesi gerektiğini bilmeli. Tabii öte yandan bunu yapmak istemesine rağmen üç yıldır proje bile geçirmeme gibi bir tuhaf süreç yaşanıyorsa da bu durumu afişe etmeli ve tartışılmasını sağlamalı.

Bir de Taş Mektep meselesi var. Ne durumda bu yapı ve burası için ne öngörülüyor? 

Bu tür çekirdek yapıların, bir bölgenin hayatına, gündelik koşturmasına nasıl faydası olacağını göreceğimiz bir sürece doğru gidiyoruz. Çok çaba gösterdik, çok iyi bir süreç geçirdik ve sona doğru geldik. Artık Taş Mektep’i bitiriyoruz. Burası, Adalar’daki kültür, sanat yaşamının ihtiyaçlarının tamamını halkla konuşarak yürütecek bir mekân olarak geliştirdiğimiz bir yer. Kültürel fonksiyon odaklı çalışıyoruz ama biz artık hiçbir mekâna, klasik olarak burası kültür merkezidir demek istemiyoruz. Bu artık demode bir kavram. Artık yaşam alanları kavramını tercih ediyoruz. Yapmak istediğimiz esas şey şu, bu tür alanları, halkın biçimlendirmesine ve kullanmasına izin verecek şekilde, İBB olarak idare edip, yapılandıracağız. Mekânın yüzde altmış, yüzde yetmiş programını İBB olarak biz belirleyeceğiz, geri kalan programı da halkın belirlenmesini sağlayacağız.

Bu durumda bütün STK’lara da açık olacak herhalde.

İsteyen bütün arkadaşlarımızın buranın programına uyumlu şekilde çalışacak projelerini bekliyoruz. Elimizden gelen imkanlarla onlara destek de vereceğiz. STK’lar ya da kolektifler ya da insanlar buluşmak isterlerse, bir etkinlik yapmak isterlerse Taş Mektep onlara açıktır.

Adalar, kültürel bir geleneğe, bir medeniyete, eşsiz ve istisnai bir şekilde tanıklık ediyor ve ev sahipliği yapıyor. Yakında askıya çıkacak bir bölü beş bin, bir bölü bin imar planları var. Bir taraftan özel çevre, koruma diye katılımcı bir planlamayla yapılan planlar, Cumhurbaşkanlığına devredilmiş durumda. Hemen yanı başımızda bir Yassıada örneği var. Hepimiz oldukça endişeliyiz. Bizler, Adalar’ı bir dünya mirası olarak görürken siz acaba buralara nasıl bakıyorsunuz?

Tabii ki öyle görüyoruz. Ama şu tarafı var. hem beş binlikler hem binlik planlar. Büyük bir emekle yapıldı. Adalar’da bugüne kadar hiç olmayan, katılımcı modellerle zaten İBB olarak orada plan çalışmalarını yaptık. Her şeyin ötesinde zaten sit bölgesi olan hassas bir alan. Ne yazık ki Büyükada başta olmak üzere Adalar’da yaptığımız meydan ve kıyı bandı düzenlemelerini, Özel Çevre Koruma Yasası’nın yeni statüsüyle muradına erdiremedik. Biz orada çok çok nitelikli, çok kamusal alan destekleyici projeleri zaten geliştirmiş ve sunmuştuk. İnsanlar da onu gördüler, paylaştılar ama bir iyileşme zannedildiği kadar hızlı olmuyor. Bunu çok kişisel olarak söylüyorum. Adalar, biraz psikolojik olarak, ruhsal olarak yorgun ve biraz o yüzden kızgın ama bu süreçlerin tamamının iyileşmesinin aslında emekle olabileceğine inanmak zorundayız. Eğer Adalar’ı iyileştirmek istiyorsak sadece kızgınlığımız yetmez. Sebat ve sabırla bir şeyi takip etmemiz gerekiyor. Örneğin bunlardan biri Büyükada iskelesinin işgal halinden kurtarılması. İstanbul’un eski eser açısından da, kamusal alan kullanımı açısından da ayıpları oluşmuş durumda. Özel Çevre Koruma Yasası, bir müsilaj meselesinden yola çıkıp adalarının planlamasına bile müdahale eden bir yöntemle usulsüzlüklerde ya da norm dışına çıkmakta nasıl pervasız bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu bize gösteriyor. Bu konuda ne yapacağını Adalılar da, kent bilincine sahip insanlar da iyi düşünmeli, iyi planlamalı.

Son olarak merak edilen bir başka konu da Fayton Meydanı yarışması sonrasında o meydanın ne olacağı? Gerçekten ne olacak orada? 

Fayton Meydanı çalışması da bizim çalışmalarımız arasındaydı. Bence çok da nitelikli bir projeydi. Fayton Meydanı yarışmasının bana öğrettiği güzel bir şey var. Bazı basit doğrular için proje yapmanıza da gerek yok. Projenin kendisi zaten orada. Bizim amacımız arıtma ile beraber kamusal kullanımı hedefleyen bir projeydi. Ancak ne yazık ki Adalar’daki diğer alanlar gibi o da yine aynı izin süreçlerine takılmış durumda.

Yayının tamamını dinlemek için: https://acikradyo.com.tr/podcast/238827


Yayınlanma Tarihi: 05 Mayıs 2023  /  Son Güncellenme: 06 Mayıs 2023


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.