Nüzhet ve Nejat Gülen, 1952
Hafif hafif yağmur yağıyor, sakin serin bir hava; ilkbahar ama sonbahar gibi…. Bizim için bir baharın sonu… Son. Hafif hafif esiyor ürpertmiyor, hafif hafif yağıyor, ıslatmıyor… Geldim buradayım diyor, korkutmuyor. Hava kapalı, gün doğmuyor. Sakin, usule uygun bir hava. Güneş terbiyesini takındı, yüzünü göstermedi. İyi oldu serinlik. Toprak yoldan aşağı, koskoca ağaçların, çiçeklerin, güllerin dalların arasından düşmemeye çalışarak inip, yerin dibine, yeryüzünün dibine doğru yürümek gerekiyor sanki. Çiçekler, ağaçlar, kuş sesleri, rengârenk çiçekler, o güzelim dev gibi ağaçlar, bir yandan cıvıl cıvıl kuşlar; biz döne döne dünyanın dibine iniyoruz… İn in bitmiyor. Hiç bitmeyecek gibi, nihayete eremeyecek gibi. Havada asılı kalmış bir nota gibi… Yol bitmiyor sanki… Bir kutuda cansız bir beden arkasında siyah takım elbise giymiş bir sürü erkek, biraz ardında siyah elbisemle ben. O gün kırmızı ruj sürmüştüm…
Toprak doldur doldur bitmiyor, mezar çok derin. Toprak doldurma işi devam ettikçe dua devam ediyor. Çiçeklerin, ağaçların, toprağın çamurun arasında bembeyaz, tertemiz, muhtemelen kolalı cüppesi ile hoca okuyor da okuyor. Duanın arasına kazma kürek sesleri, kefene inen toprağın sesi… Sesler karışıyor, birbirine giriyor; ninni gibi sayıklama gibi… Takım elbiseli adamlar, en sevdiklerim bir arada, onların sükûneti, sessizliği. Bir yandan gün bitecek, saat altıya geliyor… Doğmayan gün batacak işte en nihayet… En samimi arkadaşım, kız kardeşim ellerimden sımsıkı tutmuş, ne olur ne olmaz her an teselliye çok acil ihtiyaç duyabilirim… Bir an ikimiz de bir derealizasyon yaşıyoruz. Bana dönüp diyor ki, “Bu mezarlık sahnesi gerçek olamaz, bu Emir Kusturica filminden bir kare,” ben de cevap veriyorum. “Sakın Lars von Trier olmasın…”
Velhasıl dedemi son yolculuğuna uğurladık.
19 Mayıs günü dedemi toprağa verdik.
Annem, dedemin tek kızı, 30 Ekim’de öldü. Anneannem ise 23 Nisan’da öldü. Yaklaşık on sene oldu.
Biz dedemle her işte absürt bir yan bulurduk. Biz kendimizi mizah ile avutmayı çok iyi bilirdik. Kara mizah tabii, zehir zıkkım gibi, kapkara mizah… Dedem, “Biz çok seküler ve Atatürkçü bir aile olduğumuz için dini bayramlardan ziyade milli bayramlarda ölürüz,” dedi durdu. “Bak annen Cumhuriyet Bayramından bir gün sonra, anneannen ise çocuk bayramında öldü. İşte biz seküleriz, moderniz, yaşasın cumhuriyet,” filan derken, kendisi de 19 Mayıs’ta toprağa verildi. Şimdi desem ki, “Bana da bu durumda 30 Ağustos kaldı;” herkes, “Allah korusun öyle şey denmez” diyecekken, dedem bana dönüp, “Evet, yalnız bana bak, sakın 15 Temmuz’da ölüp de beni rezil etme!” derdi eminim. İşte bir tek sen gülersin dedem, bir de ben gülerim böyle şeylere…
Biz çok güldük, biz çok ağladık… Biz çok kayıp verdik. Çok ama çok üzüldük. Annemin 59 yaşında ölümüne inanamadık. Anneannemin ölümüne de inanamadık. İkimiz kaldık.
Biz çok eksildik. Öldüler gittiler, ikimiz kaldık. Selver ablam vardı, Merve vardı Allahtan. Onlar olmasa yanmıştık, bitmiştik, kül olmuştuk. Olsun.
Yemeklere çıktık, doğum günleri kutladık, pastalar üfledik, şaraplar içtik…. Misafirler geldi. Onları ağırladık. Aramızda elli iki yaş olduğu için arkadaşlarımızın yaşları da türlü türlü idi. Nişantaşı’ndaki eve kâh 35 yaşında biri gelirdi, kâh 90. Her fırsatta köpüklü şarap, çünkü şampanya pahalı, çünkü deliye her gün bayram…
Dedem ömrünün son 45 yılını benimle, ben de ömrümün tümünü onuna geçirdim. Anlaşır mıydık, tabii ki hayır… Tabii ki hayır… İtiş kakış içinde ama çoğu zaman sevgiyle, sonuna kadar birbirinin yanında olmanın verdiği güvenle yarım asra yakın bir zaman geçirdik.
Dedem nevi şahsına münhasır bir adamdı. Evvela, nadir bulunan bir mizah anlayışı vardı. Müstehzi bir adamdı. Dilinin kemiği de pek yoktu. Pat diye bir şey ağzından çıkıverirdi, sonra pirincin taşını başkaları ayıklardı. Çok esprili adamdı. Dedem sonradan edinilen, sevmesi zamanla öğrenilen nadir bir lezzetti; kişniş, zencefil, sakız, zerdeçal gibi. Nadideydi, herkesin ağız tadına ille de uyması gerekmiyordu. Zaten kendisinin de çoğu kimsenin hakkında ne düşündüğüne aldırdığını sanmıyorum.
İnsanlara takılmayı, onlarla şakalaşmayı severdi. Herkesin bir takma adı vardı, bunu tabii ki o kişilerin yüzüne söylerdi. Kime isim taktıysa o isim yapıştı kaldı. Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçen akrabamızın aksanından dolayı ismi “Takara” olarak kaldı; komşumuzun damadı terasta güneşlendi diye adı “Çıplak Damat” oldu, anneanneme “Madam” derdi. Anneme zeki, ince yapılı ve çevik olduğu için “Tilki” derdi. Anneannemim yeğeni Perihan ablamız, o da artık maalesef aramızda yok, aşk ile evleneceği kocası için; “Ne olursa olsun, şartlar ne olursa olsun kocama ve bana sunacağı hayata katlanırım, ben evleneceğim,” demiş. Oradan Perihan ablanın da adı “Katlanık Perihan” olmuştu. Perihan ablam bizi her ziyarete geldiğinde karşısına geçer “Katlanırım! Katlanırım!” derdi, Perihan abla gülerdi. Hepimiz gülerdik. Kayınvalidesine “Fitnat yegâne, Beşiktaş’ta bir tane” diye tekerleme şeklinde isim takmış. Fitnat Hanım, Edirne’den İstanbul’a kızı ve damadını ziyarete ilk defa geldiğinde, Beşiktaş gibi bir yerde otobüsten inerse herkesin ona bizim Nişantaşı’ndaki evi göstereceğini sanmış. Oradan kadının adı zincirleme bir trafik kazası gibi kalmış işte. Takma ismi olanlar ise bu isimlerini benimsediler sanıyorum. Benim takma adım ise Çaka Bey’di. On yaşlarındayken adaya ilk defa deniz otobüsü seferi eklenmişti. Ve ilk iki deniz otobüsünden birinin de adı Çaka Bey’di. Ben de hayatımda ilk defa deniz otobüsü ile adaya inip eve gelince büyük bir heyecanla ben Çaka Bey’e bindim diye anlatmaya başlamışım. Hayal meyal hatırlıyorum. O günden itibaren ismim Çaka Bey oldu. Bir de halimin tavrımın biraz sert olması, bazen erkek Fatmalık yapmam; yani hareketlerimin, konuşmamın ve üslubumun çaka çaka fonetiğine uyumlu olması sebebiyle bu isim bana takıldı sanırım. Çünkü bana “Çaka Bey,” der, sonra da “Çaka Çaka Çaka!” diye taklidimi yapardı. Hâlâ biri Çaka Bey derse dönüp bakarım tabii ki.
Bir akşam dışarı çıkmak için hazırlandım. Giyindim, süslendim püslendim. Bir de kırmızı bir ruj bulmuşum, onu sürdüm. Dedeme sordum, “Nasıl olmuş?” dedim, “Güzelsin de biraz maymuna benziyorsun,” dedi. “Maymun gibi boyanmışsın.” Kırmızı ruju her gördüğünde, “Maymun gibi boyanmışsın,” dedi o günden sonra. Maymun nasıl boyanır, nerden aklına geliyor böyle şeyler, kim bilir…
Tüm bunlar bir yana dedem dedikodu yapmazdı. Birinin arkasından ağzından salyalar aka aka konuşan birilerini gördü mü pek muhatap olmazdı, ballandıra ballandıra başkasının özel hayatının anlatılmasını hoş karşılamazdı. Biri gelip başkası için “Ben onu hiç sevmiyorum,” dese, “O da seni sevmiyormuş,” diye yanıtlardı… Biri başkası için “Ben bu davranışını onaylamıyorum,” dese, “O da seni onaylamıyormuş,” diye lafı yapıştırır geçerdi. Pek yüz göz olmazdı. “Hadi neyse!” der geçerdi.
Dedem hikâye biriktirirdi. Otobiyografi çok severdi. Dedikodu yapmaya tenezzül etmeyen insanlar otobiyografi okurlar. Biz evde Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Simone de Beauvoir, Orhan Veli, Van Gogh, Tolstoy, Osmanlı padişahları, Türk siyasileri dedikodusu yapardık. Çok bilinen insanların hayatları nasılmış, hayatın cilvesi neymiş, hayat cilveli miymiş, bazen de cilvesizmiş, böyle okur dururduk, anlatırdık birbirimize. Hayatın ironisi, tuhaf tesadüfleri ilgimizi çekerdi; sahi kader ağlarını nasıl örüyordu; kiminin ağı ipeklerle, pamuklarla, kimininki ise paçavralarla örülürdü… Kiminin kaderi kahpe, kiminin talihi makus, kimi ballı, kimi ağzında gümüş kaşıkla doğmuş, kimi Allah’ın sevgili kuluymuş, bazılarının verilmiş sadakası varmış… İnsan kadar hikâye var dünyada, değil mi… Ne güzel… Hikâye severdi dedem.
Bir gün ikimiz Rejans’a gitmiştik. Yine ördek ve limonlu votka. Ben o zaman 18-20 yaşlarındaydım. 90’lı yılların sonu. Beyoğlu’nun bana göre en güzel zamanları. Oturduk. Yan masada kareli bir ceket giymiş, biraz bakımsız, pejmürde, yüzü kıpkırmızı bir adam oturuyor. Tek başına. O meşhur limonlu votkadan içiyor. Adam pek Türk’e benzemiyor. Biz hemen başladık. Dedem, “Bu adam Rus ve alkolik,” dedi. Ben, “Derdinden içiyor karısı terk etmiş,” dedim. Dedem, “İki çocuğu da varmış ama yazık,” dedi. Ben, “Sevgilisi varmış yakalanmış,” dedim. Dedem, “Karısı Moskova’da çocukları da göstermiyor,” dedi. Ben “Türkiye’de kalmış şimdi ne yapacağını bilemiyor. Hiç arkadaşı da yok,” dedim. Dedem, “Sevgilisi de terk etmiş bunu,” dedi. Bütün gece böyle sohbetle geçti. En sonunda adamın siroz olduğuna ve iki ay ömrü kaldığına, onu da Rus meyhane köşelerinde ıstırap içinde geçireceğine karar verdik. Sonra, yıllar sonra, o geceden bahsederken hep, “Hatırlıyor musun hani yanımızda karısı terk ettiği için siroz olan Rus bir adam oturuyordu,” diye yad ettik o geceyi… Acaba o adam kimdi, neydi… Kim bilir. Biz bir şeyler uydurduk, ama kim bilir…
Dedemle sadece ikimizin bileceği, sadece ikimizin anlayacağı anılarımız vardı.
Dedem ailesine bağlı bir adamdı. Dedem karısına âşık bir adamdı. Anneannem ile üniversite birinci sınıfta tanışmışlar. O zamanlar anneannem Edirne Lisesi’ni birincilikle bitirip gelmiş bir kızcağız, dedem ise Şişli Terakki’den gelmiş İstanbullu bir oğlan. İlk günden kavga etmişler. Dedem anneanneme “Taşralı,” demiş, anneannem de dedeme “Altın gözlüklü züppe,” demiş. Oradan arkadaşlıkları başlamış. Anneannem müthiş disiplinli ve çalışkan bir öğrenci olduğu için çok çalışırmış, hatta dört kişilik bir grup halinde ders çalışırlarmış. Dedem de anneannem ile vakit geçirmek için mecburen ders çalışmış durmuş. Kız peşinde koşayım derken okulu yanlışlıkla ikincilikle bitirmiş oldu dedem. Anneannem birinci, tabii. 40’lı yılların ortasında anneannem henüz öğrenciyken o zamanın illeti vereme yakalanmış ve üç sene Heybeliada Sanatoryumu’nda yatmış. Dedem de annesi ile Kürekçi Bahri sokakta oturduğu için anneannemi sık sık ziyarete gidebilmiş. Ona çiçekler götürmüş. Henüz yirmi yaşlarında sevdiği kızın ölmekle kalmak arasında, çok yeni denenen ameliyatları lokal anestezi ile atlamaya çalışmasına şahit olmuş. Daha yirmi yaşında, dünyevi geçiciliği, kısacık sürme ihtimali olan bu misafirliği oturup düşünmek zorunda kalmışlar. Heybeliada’da akşamları mehtaba çıkılır, çamlarda yürüyüş yapılır. Akşam yemeğinden sonra gece yarılarına uzayan muhabbetler olur Âşıklar yolunda, mezarlık yolunda. O zamanlar adada akşam mehtaba çıkanlar akordeon çalar, şarkı söylermiş. Anneannem ise sanatoryumda hasta yatağında; kalmakla gitmek arası bir yerde, duruyor…. Meçhulü beklerken, gençlerin, sağlığı sıhhati yerinde olanların şen şakrak seslerini duyarmış. Sağlığında hep anlatırdı, ne zaman akordeon sesi duysam içim bir fena oluyor diye.
Ölümü görüp, vereme de razı olmamışlar. Anneannem iyileşmiş. Doktordan tamamen iyileştiği haberini alınca, dedemin kollarına atlayıp, “Artık evlenebilirmişiz!” demiş. Bu dedemin zihnine mıh gibi çakılmış bir an olsa gerek, hep anlattı durdu. Ölümü gören, ölümden dönen, kollarına atlayan, evlenebiliriz artık diyen kız, sevdiği kız, uğruna şiirler yazılan, sanatoryum yollarını mekik dokutan o kız iyileşmiş işte. Ölecek mi, ne olacak derken, artık bir ömür geçirecekler… Yetmiş yıla yakın süren ilişkileri o gün rahat bir nefes almış. O günlere ait el yazısı bir şiir defteri kütüphanemde duruyor, bir kısmı Varlık Dergisi’nde yayımlandı.
Dedem kadın erkek eşitliğine sonuna kadar inanırdı. Misojen değildi. Kadınlarının önünün açılması gerektiğine, her kurumda kadın olması gerektiğine inanırdı. Anneanneme, anneme ve bana da hep buna göre davrandı. Anneannem annemi doğurup, veremin izlerini silmek için bir süre istirahat ettikten sonra iş hayatına girdi. Çok başarılı oldu. Çok güçlü ve dominant bir kadındı, dedem bununla hep gurur duydu, hep övündü. Hiç içerlemedi, gocunmadı küçülmedi. Egosu bir kadının gücünden, başarısından sarsılmadı, bilakis memnun oldu. Bana hep, “Erkekler, aptal herifler, ezecekleri cahil kadınlarla evlenip mutsuz oluyorlar, ben çok güzel ve kendimden daha akıllı bir kadınla evlendim, bak hayat boyu rahat ettim, hiçbir şey düşünmek zorunda kalmadım, bir ömür memnun kaldım,” derdi.
Anneannem çok kıymetliydi, kimseler ama kimseler ona laf edemezdi. Nüzhet der başka şey demezdi. Bir yandan da sürekli didişirlerdi. Huyu suyu benzemez, çok alakasız iki insanın yetmiş yıla yakın süren beraberliği, dalgalı bulutlu epey matraktı. Bir gün akşam yemeğinde hiç âdetim olmadığı halde anneanneme ilk adıyla hitap edip Nüzhet dedim. Hemen, “O senin anneannen, Nüzhet diyemezsin,” diye beni düzeltti. Anneannem de, “Ama Nejat, benim adım Nüzhet; kız yanlış bir şey söylemedi ki,” dedi. Bunun üzerine dedem de, “Sesinin tonunda sevgi var ama saygı yok, olmaz öyle şey,” dedi. Sesimin tonu bile anneanneme dokunamaz, kimse çok kıymetli eşine temas edemezdi. Sonra o gece yemekte ne mi oldu? Yemekte mücver vardı. Mücverin içine kuru nane konmuş. Nane kızarınca rengi koyulmuş. Dedem mücverin içindeki yeşilin tonunu olması gerekenden koyu buldu, anneannem ise mücverin içindeki yeşil tonunu normal buldu. Kavga ettiler. Pırasanın suyu yeterince berrak değil gibi bir tartışma da olmuştu hatırladığım kadarıyla.
İkisi de çocuklarını çok sevdiler, ikisi de torunlarını çok sevdiler. Kendi usullerine göre sevdiler. Her akşam aynı sofraya beraber oturdular. Birbirleri için etmedikleri laf kalmazdı, ama birbirlerine asla laf ettirmezlerdi. Onlar birbirlerinindi, araya girebilecek herhangi bir kişi, durum asla olamazdı, tahayyül dahi edilemezdi. Sevgi anlaşmak değilmiş işte demek ki. O şarkılarda da varmış bir hikmet.
İkisi de hayvan çok severdi mesela, hep kedimiz köpeğimiz oldu. Dedemin annesinin Kürekçi Bahri sokaktaki evinde bir sürü kedisi varmış, anlatır dururdu. Kedilerimiz, köpeklerimiz, sokak kedileri hepsi çok kıymetliydi. Kışın Nişantaşı’na geldiğimiz zaman adadaki kedilere mama yollardık, kedileri ihmal etmezdik. Aramızdaki son yılında da dedemin bir kedisi vardı.
Geçen sene bir kedi aldık. Kedi deli çıktı. Olabilir, bazen kediler deli çıkar. Selver Ablam koyu bir Beşiktaşlı olduğu için adını Çarşı koydu. Çarşı Hanım, ismi ile müsemma, hakikaten her şeye karşı… Ne yapalım. Önce kucağa çıkıyor, kendini sevdirecekmiş gibi yapıyor, sonra bir anda rüzgar tersten esiyor, ısırıveriyor, tırmalıyor; deli işte, sevmek dokunmak mümkün değil. Bir de şişko. Olsun… İşte kedimiz geldi. Dedem, “Herkesi atarım kedi kalır,” diyor. 97 yaşındaki dedem pek hareket etmediği için kedi bütün gün ona büyük bir aşk ile bakarak halının üzerinde oturuyordu. Uykusu gelince de dedemin ayağına ya da terliğine başını yaslayıp uyuyordu, bir sene böyle geçti. Sonra kedinin dedesi öldü gitti. Şimdi ise kedimiz her gün ağlıyor ve tek başına dedemin yatağında yatıyor. İnsan içine çıkmıyor, bağırıyor çağırıyor, bir başına odada oturup duruyor. Kedinin yasını nasıl dindireceğiz, bilemiyoruz…
Dedem nevi şahsına münhasır bir adamdı. Bir yandan da cumhuriyet çocuğu denen neslin klasik bir örneğiydi. Tabii ki eski usul bir İstanbul terbiyesi vardı ve kendine göre epey mutaassıptı. Ancak 2024 yılının mutaassıbı değil. Gerici, kadın düşmanı, kılık kıyafete karışan, dünyevi hayata dini referanslar sokan, bilimi yok sayan bir tutuculuktan asla bahsetmek mümkün değil. Bilakis 20’lerde doğan birçok cumhuriyet çocuğu gibi o da hep bilime, moderniteye, aydınlığa, eşitliğe, eğitime inanan, cumhuriyet değerlerini mutlak kabul eden, umutlu, bu biçare ülkeyi anlamlı bir yere getirebilmiş olan ilk ve son nesle mensup bir insandı. Zeitgeist neyse ondan da haberdardı; aklına yatarsa kendini, davranışını, düşüncesini düzeltmekte bir beis görmezdi. Belki sadece o zamana ait çok mühim değerlere sahipti. Yedek subaylıktan, hesap uzmanlığına, Yassı Ada’da bilir kişilik yapmaktan, Sınai Kalkınma Bankası’nda çalıştığı yıllara bakınca, aslında memleket aşkıyla, canı gönülden bir idealist olarak çalışmış olduğunu görüyoruz. Bu nesil, el emeği göz nuru kurduğu, gözünün bebeği biricik memleketlerini düşünerek nasıl bir hüsran ile bu dünyadan ayrıldılar, anlamak tam olarak mümkün değil….
O nesil göçtü gitti, koca koca çınarlar birer birer devrildi. O koca çınarlar kentsel dönüşüm betonları üzerine gümbür gümbür devrildi. O nesil gitti. Türkiye’nin aydınlık yüzü de karardı durdu. Belki, bir ihtimal, bir daha öyle memleket sevdalısı, umutlu ve “modern” bir nesil gelmeyecek… Koca bir çınarın altında kaldık, değiştik, bozulduk beceremedik. Benim nesil, benden önceki nesil ve benden sonraki nesil. Bir daha olmadı herhalde… Bilemiyorum.
Dedemin gidişi bir üslup, usul ve terbiyenin, tabiri caizse eski İstanbul’un –o koskoca koskoca ağaçtan geriye kalan –incecik son dalının da kopup gitmesiydi.
Dedem modern cumhuriyet çocuğu idi.
Dedem dünyadaki son akrabamdı, dedem bana dünyayı gösterdi. Gezdik durduk, olmadı okuduk, konuştuk… Dedem bana tarih anlattı durdu, Osmanlı anlattı, Cumhuriyet anlattı, Menderes, Ecevit, Deniz Gezmiş anlattı. Dedem bana eski İstanbul terbiyesi öğretti, adabı muaşeret öğretti. Uygulamasam da öğretti. Eski İstanbul’u anlattı. Anlattı durdu…. Adayı, Beyoğlu’nu, Taşlık Gazinosu’nu, Markiz’i, Lebon’u, Cumhuriyet Meyhanesini, İstiklal Caddesi’ni, çok sonraları açılan Hilton ve oradaki çay saatlerini anlattı durdu. Beyoğlu’nda gezdik durduk, Sultanahmet’e gittik durduk, müzeleri camileri gezdik, sarayları köşkleri gezdik. Her Cumartesi AKM’de bahar konserlerine gittik. Sokakları gezdik. Restoranları gezdik. Bazen onun arkadaşları ile bazen benim arkadaşlarım ile. Böylece nereden geldiğimi bildim. Birtakım adetlerden, inceliklerden haberdar oldum.
İstanbul demek dedem için Ada demek, Beyoğlu demek… Rum, Ermeni Yahudi demek… Bizim her Paskalya’da papaza yolladığımız hediyeler, papaz efendinin de her Ramazan ve Kurban bayramında bize yolladığı tatlılar, çiçekler demek. Dedemin İstanbul’u bir zamanların mozaiği içinde komşuluk yapan insanlar demek…. Dedemin İstanbul’u vapurlar, kayıklar, o kayıkların kıçına motor takıp lodosa ya da poyraza göre Çam limanı, Alman koyu, Kablo, Kaşık Adası gidip gelmek demek. Motorun arkasına ipek sicim bağlanıp zargana tutulan, uskumru çekilen, öylesine kovalarca istavrit tutulan, istavritin balıktan sayılmayıp kedilere verildiği bereketli yıllar demek. Midye toplamak ve laf olsun diye yemek, tertemiz denizlerde “banyo” yapmak demek…. Kayıkların birbirine halatlarla bağlanıp deniz ortasında muhabbete dalınan yıllar demek… Kayık tepesinde üzerine akıta akıta sulu şeftalileri yiyip, sonra cup diye denize atlamak demek. İnönü ile suda yüzerken karşılaşmak demek… Dedemin İstanbul’u sokağa çıkınca hemen hemen herkese selam verebilmek demek… İskelede altı vapurundan inenleri karşılamak, Nişantaşı’nda sesiz sakin oturabilmek demek… Eminönü, Sirkeci vapurlar, o vapurlarda gidip gelen insanların ahbaplığı, bir ömür sürecek dostluklar demek. Daha yavaş değişen ama daha çok yaşayan insanların şehri demek. Güzelim ortancalar, erguvanlar, leylaklar, sümbüller, ıhlamurlar, yaseminler demek. İstanbul’un çiçeği ağacı bol olduğu mis gibi koktuğu yıllar demek…. Komşuların kıymetli olduğu, evlerde misafir ağırlanan, kırk yıl hatırı olduğu iddia edilen o acı kahvenin yanına muhakkak ev yapımı bir likörün ikram edildiği zamanlar demek… Bolluk, bereket, sofralar, kahkahalar demek. Zeytinyağlılar, mezeler, balıklar, topik, uskumru dolması demek, meyhane demek… Saatlerce içki sofrasında oturup birbirine efendim zatı aliniz diye hitap eden insanlar demek… Gece yarısı bile evde takım elbise ile oturmak demek… Bir sınırın, terbiyenin asla aşılmaması bozulmaması demek… Bir Ara Güler fotoğrafı gibi ilmek ilmek kare kare özene bezene yaşanan, her detayında ayrı bir sürpriz olan bir ömür demek belki de…
Dedemin İstanbul’u kayıp şehir demek. Geriye pek bir şey kalmayan, hatırası ile avunulan, özlemi can yakan bir şehrin son şahitlerinden biri gitti. Benzersiz mizahı ile kulağımda çınlayan kahkahası ile gitti…
Zaman zor akıyor, hatta akmıyor, asılı kaldı, asıldığı yerden şarkı bitmiyor, ağıt bitmiyor…. Durum dinmiyor. Ölüm zor geldi, tüm çağrışımları ile zor geldi… Yine yas bana, yapacak bir şey yok…. İçim sızlıyor. Bu defa başka türlü.
Çocukluğum, gençliğim öğrenciliğim, yurt dışı gezilerim, kayıklar sandallar, meyhaneler, AKM konserleri, Beyoğlu, ada, yüzme antrenmanları, sohbetler, her yaştan arkadaş, annemin hastalığı, anneannemin hastalığı, ölümler… İşte anılar, kimi çok mühim kimi önemsiz anılar yumağı…. İnsanı kendisi yapan anılar, geçmiş… Her ne kadar geçmişe mazi dense de…
Geçmişi yad etmeyi ve nostaljiyi pek sevmem. Geçmiş nedense insanın gözüne olduğundan daha güzel görünür. Kaçan balık büyük olur, kör ölür badem gözlü olur. Geçmiş, yaşanmış ve bitmiş olmasının avantajını insanın zihnini kâh delerek, kâh kenarda kıyıda pusuda bekleyerek kullanır. Bir filmi bir daha izlemenin zevki gibi, geçmişi yâd ederken sonunun nasıl olacağını bilmek tüm kaygı unsurunu ortadan kaldıracağı için, geçmişi yâd etmek oransız olarak keyif verir. Geçmişe mazi tabii, geçmişe mazi…
Ancak anılar, insanı insan yapan kareler, paylaşıldıkça kıymeti artan, arada konuşulması gereken şahidi olması gereken anlardan ibaret değil midir? Sahi o gün neredeydik, ben ne giymiştim, hatırladın mı orada kim vardı, demek ve karşında buna cevap verecek bir muhatap bulmak ne kıymetli….
Bir ömürlük anı, hatıra; beni ben yapan bir sürü yaşanmışlık… Şimdi artık anılarım, bir başlarına, sahipsiz zihnimin içinde dönüp dolanan tek kişilik sayıklamalardan ibaret. Artık geçmişi yâd etmek karşılıklı sohbetten çıkıp zihnimde çınlayacak, gidip gelen, dalgalanan, uçuşan, muhatabını bulamayan birbirine sımsıkı örülü hatıralar; doğruluğu, yaşanmışlığı teyit edilmesi imkânsız dakikalar saatler, günler…
Artık zihnimde canlanan hayal mi, hatıra mı benden başkası bilemez…
Yüz yıla yakın yaşayanların yası zor tutuluyor belki. Hiç ölmeyecek gibi, hep bir yerde duracaklarmış gibi geliyor insana. Genç zamansız ölümler her zaman büyük facia, onların acısı bambaşka… Bu bir facia değil, ama başka türlü acıtıyor… Koca çınarların devrilmesi, her ne kadar tıbbi olarak normal de olsa, bambaşka bir hikayeymiş, şimdi anlıyorum. Bir asırlık bilgi, tecrübe, gitti; kim bilir daha sormadığım neler vardı…. Bir asırlık nefes, iyisiyle kötüsüyle gitti… Tüm sevgisi, merhametiyle, huyuyla suyuyla, mizahıyla, huysuzluğuyla, nevi şahsına münhasırlığı ile adabı, görgüsü ile etik değerleri ile kimseden görmeyeceğim babalığı, kendine has biricik arkadaşlığı, yoldaşlığı ile gitti, bitti…
Annemle ilgili, bilhassa çocukluğu ile ilgili sormak istediğim bir soru kaldı mı, bilmiyorum. Artık anlatacak kimse kalmadı. Anneannem peki, o ne olacak? Daha ne kaldı bilmediğim, bilsem keşke diyeceğim… Onu da bilmiyorum. Artık anlatacak kimse kalmadı.
Bundan böyle, kimseden Nazım Hikmet’i dedemin üslubu ile duyamayacağım, kimse bana Atatürk’ün cenazesine katıldığı günden bahsedemeyecek, kimsenin yaşı eski İstanbul’u, adaları, Nişantaşı’nı, 30’lu 40’lı 50’li 60’lı yılları anlatmaya yetmeyecek… Bir daha kimse bana kırmızı rujum içim “maymun gibi boyanmışsın” demeyecek. Kimse bana “Çaka Bey, Çakaçakaçaka!” diye seslenmeyecek. Bunlar bir daha asla olmayacak….
Bu dünya, 18 Mayıs saat 2:30’da bir asır eksildi.
Yayınlanma Tarihi: 09 Haziran 2024 / Son Güncellenme: 11 Haziran 2024
Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.
Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.
Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.