Paylaş
Tüm Sayılar      2024      Sayı 233 – Kasım 2024      Adanın Delinimetleri – III

Adanın Delinimetleri – III


Adayla içmek arasında bir şey var mı? İçmekle mi deniz arasında? Bir münasebetle ada. Denize bakmak ve rakı. Denize girmek ve bira. Denizi düşünmek ve şarap. Denizden bahsetmek ve ne olursa. İçmek her hali güzel kılar nasılsa. “Mümkün mertebe.” Denize çok yakın olduğumuz için mi (bu kadar) içiyoruz? “Yok canım.” İçtiğimiz için mi denize (bu kadar) yakınız? “İlahi!”

Denize bakmak, denize girmek, denizi düşünmek yaşadığını hissetmenin en kestirme yoludur. İnsanlaşmanın. Deniz kenarınadır o yol. Denizin üstü. Vapurdur. Çilingir sofralı bir sohbette. Adaya doğru. “Haydi bakalım.” Sakin coşku. Adadan uzakta başlayıp vapurdan hafif sarhoş inerek yarım kalan. “Nereye buradan?”

bakarsanız aylardır kalık gümüş yeşili

aylardır en çok soğuk rakımızda kalyonlar

bir masa açılınca sabaha doğru bir bahçe yok*

Ada içmesini talep eder sakininden. Nazikçe. “Aman efendim kimler gelmiş mi adaya?” Bu aralar ağız tadı “itinayla” kaçırılmaya çalışılsa da hâlâ – henüz – hep içilir. Biralar. Rakılar evlerde yapılır. Meyhaneler aşağıda kalır. Aksi takdirde bakkal: kişibaşı (makul miktar) 4 x 75 = … veya 1 x 720 = … ya da 2 x 400= … “Battık.” Ev veya meyhane lirasıyla donatılmasa da kurulur sofra. “Ziyade olsun.” Güneş batmadan, batarken, battıktan sonra hazırdır masa. Akşamüzeri pırpır ederken bir iki bardakla canlanır kalp. Denize nazır veya değil. Köpük köpük ya da dümdüz koyulaşan maviliğe ayışığı vurur bir yerden. Ayışığı niyetine başka bir şey de vurabilir. Oturur, bu adanın devamı gibi duran öbür adaya bakarız bakmasak da. Denize arada bir kafamızı kaldırırız. Kafada ne varsa o mavilik gibi köpürür bir anda. Bir köpüğü söndürür, öbürünü köpürtür kafa. O da söner sonra. “Efkâr mı?” Hep dağıtılması tavsiye olunan. Köpükler. Birkaç yudumla dağılır ya da toparlanır. “İyi oldu.” Güzel biriyle karşılıklı oturur oluruz o zamana kadar. Anlatır o. “Hay yaşa!” Anlatırız biz. “Ne bileyim…” O anlatır. Bir bardak. Biz anlatırız. Bir şişe. Anlatmakla bitmeyiz. “Ne iyi geldi!” Hep iyi gelir. “Bir tane daha?”

Sesimiz sokaklarda çınlaya çınlaya sonra, tırmanırız bir yokuşu veya aşağılarda bir yerlerde kalırız. Mutlak sükûnetin içinde amma güzel olur her şey birden. Hafif. Bir his kuyruğu içte. “Ne güzel be!” Akıl fikirden ziyade ilham veren hisler. Bu ruh halini sabitlesek mi? “Yok.” Yarının ilhamından vazgeçmek demek olur bu. Dur bakalım, yarın akşam ola… “Hayrola?”
Erdener

Erdener 1944’te geliyor Ada’ya. Annesinin karnında. Ezelden balıkçı. Soyadı Oltacı. Babası Sarıyer’den gelip balıkçılığa burada devam ediyor. O zamanlar çok makbul iş balıkçılık. Babasından dayak yiyor Erdener, annesinden de epey laf: “Balık yok!”, “Kiliseden bu tarafa geçmek yasak!”, “Okuyacaksın!” Balığa gitmesini istemiyorlar. İlkokul bitiyor. Ondan sonra balık. Adadan bir on sene kadar ayrı kalıyor. Gemi hayatı. Sonra dönüp dolaşıp gene ada. Bir süre evlerde, on yıl limandaki kulübesinde ve şimdi de o kulübe yerine yapılan bir barakada yaşıyor. Denize yakın. Gözü bir süredir hiç iyi görmüyor. “İdare ediyoruz,” diyor. İdare ediyor. Hoşsohbeti, gülüşü ve nezaketi benzersiz bir intiba bırakıyor. Hiç kimseye benzemiyor Erdener. Ona kendimden bahsederken birden ayağa kalkıyor; “Bu işlerle meşgulsün madem, al bakalım,” deyip Deveciyan’ın kocaman kitabını** hediye ediyor bana. Bugün ikimiz de iyiyiz. “İdare ediyoruz.”

 

– Sağlığınıza.

Hoşgeldin evlat.

 

– Siz ne diyorsunuz, şerefe mi?

Valla, o laflar çoktan bitti. Hadi bakalım, diyoruz. (Gülüyor.)

 

– Sorulara başlıyorum hemen…

Başla çocuğum.

 

-Adada daha önce nerede oturdunuz?

Şu, ana cadde diyorlar ya, orada en son bakkalın karşısındaki evde oturduk.

On sene yoktum ben zaten. N’olduysa oldu… Hiç önemi yok ki bunların.

 

– Geldiğiniz yıllarda nasıldı o mahalle? Sizin yaşlarınızda başka çocuk var mıydı?

Vardı tabii. Onlar Yunanistan’a gitti sonra. Ara sıra bir selam kelam vardı, o da kalmadı pek. Çocukken sokakta beraber oynadığımız insanlar işte…

 

– Ne oynuyordunuz sokakta?

Şu kadar bir tahta bir parçası, bir de odun… Çok meşhur, çelik çomak canım. Bir tane vururduk, kiminki daha uzağa gidecek falan. Misket oynuyorduk. Bazı alanlar vardı, şimdi hepsi ev oldu. Aşağıki yukarıki mahalle, yarış yapıyorduk. Kavga gürültü hep.

 

– Canlıydı yani.

Üüü… hem nasıl. Okul vardı ama saat üçte herkes eve. Zaten ne var? Bir defter kalem, dört tane de ders kitabı… İyiydi.

 

– Sonra? Devam ettiniz mi okula?

İlkokula pek de devam etmedik ama bitti okul. Balıkçı olmamı istemediler hiç. Zor meslek diye engellediler.

 

– Nasıl kabul ettirdiniz peki sonra kendinizi?

Benim babam çok içki içerdi, aşırı yani. Aile falan pek umurunda değildi.

 

– Görmediniz mi babanızı çocukken?

Görmem mi yahu. Gördüğüm yerde de kaçardım.

 

– Siz de içiyorsunuz…

İçiyorum ama işim varken idareli içerim. Ne bileyim ben, ayarlarım kendimi.

 

– Niye içiyoruz biz acaba?

Valla ben bu işi genlere bağlıyorum. Gen men… Ona inanıyorum ben.

 

– Ama balıkçılar hep içmez mi? Denizciler… İçmeyen balıkçı var mı?

Peh! Çok var.

 

–  Peki neyle ilgili bu?

Bak ben çok sigara da içerim. Yaş yetmiş altı. Bir de… Yahu, gene dönüp dolaşıp işi genlere bağlayacağım ben. Bu Kafkas halkı. İçer yani.

 

– Peki ne içiyordunuz gençken, balıkta ve sonrasında?

Rakı. Bizim içki rakı. Sen buna da çok güvenme ha (birayı gösteriyor), bu da muzurdur.

 

– Evet. Peki, rakı balık oluyor mu sahiden de, gidiyor mu yani?

Olur. Bunlar birbirini çağrıştırır. Yıllar evvel… bir gün çok balık tutmuştuk. Lüfer. Nereye satacağız? Gazetede, -o zamanlar benim gözler daha görüyor tabii, gözlerin fazla görmesi de iyi değil ha!- baktım, “Rakı-balık” diye bir dükkân. Caddebostan bilmem ne… Ulan şuraya bir telefon edelim, dedim. Telefonu açar açmaz karşıdaki, “Rakı balık” dedi. Yahu, aldı beni bir gülme, kakır kakır gülüyorum. Beyefendi ne gülüyorsunuz, dedi adam. Yok, tutamıyorum kendimi! Öyle. Rakı balık işte!..

 

– Burada, adadaki geçmişinize bakınca en çok ne yaparken görüyorsunuz kendinizi, nasıl hatırlıyorsunuz?

Ekseriyetle çalışırken. Çok çalışırken.

 

– Nereye gidiyordunuz balığa?

Ada çevresinde olurduk. Bir ara Karadeniz’e heves ettik. Annem ağlayıp sızlanırdı, “Hani okula gidecektin,” diye, şöyle olacaktın, yok böyle olacaktın… Dünyanın bir tanesi bir kadındı. Babamın pek umurunda olmazdı, o hep pat çat.

 

– Peki gençken ve sonrasında ada nasıl geldi size? Çok mu küçük burası, yeter mi yoksa? Yetti mi?

Çok küçük. Yetmedi. Bir ara epey huylandık işte. Gemi gitti ben gittim, gemi geldi ben geldim. Zaten adada yapılacak bir iş yok ki. Ada mesleği ya arabacılıktır ya balıkçılık. Başka bir şey yok. Müteahhit de değiliz. (Gülüyor.) Balıkçılık yetti bana. Sonra Japonya her tarafı halletti, balıkçılık da gitti.

 

– Seviyor muydunuz peki adayı, sevdiniz mi, seviyor musunuz? Bütün zamanlarda soruyorum!

Sevdik tabii be çocuğum. Sevmeseydik bu kadar duramazdık ki.

 

– Nesi güzel adanın, nesini sevdiniz? Meslek yüzünden mi sırf?

Geçim tabii. O zamanlar bayağı iyi idare ediyorduk.

 

– Adada gezer miydiniz? Şurayı da hiç bilmem dediğiniz bir yer var mı mesela?

Valla bir çıkmaz sokak vardı aslında. Yarısını inmiş, dönmüştüm ama…

 

– Öbür adalara gidiyor muydunuz?

Burgaz’a giderdik.

 

– N’apıyordunuz Burgaz’da?

İçiyorduk. (Gülüyor.)  Başka ne halt edersin sen zaten, desene.

 

– Yok canım. N’apacaksınız ki zaten Burgaz’da? Bu laf da saçma oldu şimdi…

(Gülüyor.) Oralarda işte birkaç sefer sabahlamışızdır yani…

 

– Size iyi ki bu adadayım dedirten bir şey var mı peki, “İyi ki Heybeli’deyim”?

O derdimi hiç açma. Hadi sıhhatine.

 

– Aa, niye? Peki… Sağlığınıza… Biri oldu mu hayatınızda ya da hiç evlendiniz mi?

Yok. Öyle bahsedilecek bir şey değil…

 

– Balıkçılık dışında bir uğraşınız oldu mu?

Bir ara otobüsçülük yaptık. Kocamustafapaşa, Eminönü falan, oralarda. Yalnız, hayatım hep bayağı bir çalışmayla geçti.

 

– Gözlerinize ne oldu? Ne zaman başladı bu rahatsızlık?

Valla tam zamanını hatırlamıyorum be Tuba. Herhalde bir on yıl olmuştur. Bu sol taraftakinden bir ameliyat geçirdim, düzelttik onu biraz ama öbüründe kimse yok. Sarı noktadan o.

 

– Peki…  Adada en güzel vakit hangisi, akşam mı, gece mi?

Akşamdır. Ondan hiç şüphen olmasın. Kafa dengi iki üç arkadaşın oldu mu tamam.

 

– Adalı, yaşadıkları karşısında nasıl sizce, her şeyi daha mı şiddetli yaşıyor, yoksa daha hafif mi atlatıyor? Herkes nasılsa öyle mi?

Yok. Mecburen farklı. Burada farklı olmaya mecbursun. Etrafını görmezden gelemezsin. Küçük yerdesin.

 

– Denizin bir etkisi yok mu halimizde? Denize taktım ben de…

İyi yaptın fakat bir de ne var biliyor musun, burası hâlâ mahalle. Biraz öyle biraz böyle… Nasıl yaşayabileceksek öyle yaşamışız. Yalnız, sana tek bir şey söyleyeyim, gerçekten çok güzeldi. 64’e kadar. Sabah balıktan döner, bakkalı bekleriz açılsın diye. Bizim nüktedan bir arkadaş var, her türlü muzurluğu yapar. Dükkânı açar açmaz yarım kilo pastırma istedi bir gün rahmetli Kadir Amca’dan. Hadi lan, dedi Kadir Amca, dalga mı geçiyorsun sen benle, sabah sabah yarım kilo pastırma kesemem size! Yok sen kes, dedi arkadaş, dilimleme. Adam kesti pastırmayı, gittik kahveye, orada kemirdik kemirdik durduk…

 

– Bu salgına ne diyorsunuz peki? Hasta olmadınız, değil mi?

Şu alkol galiba bizi nispeten koruyor… Kısmetimiz böyleymiş.

 

– Bundan sonra n’olur acaba?

Bu iş devlerin savaşı gibi. İlaççılar. Dünyanın çehresini değiştirdi. Bilmiyorum. Bilmiyorum da değil, bir şeyler düşünüyorum, onlar oluyor gibi. Bir hastalık var mesela, ilacı aspirin ama bir de asporol var, aspirdon var, bilmem ne… Bu da aynı şey. Yani ben hiç iyi görmüyorum…

 

– Daha da mı kötü olacak?

Bunlar bir şeyin ilacını bulma derdinde değil gibi. Bir taraf ilacı bulsa da öbürü hop, zehiri yetiştirir. Bizim yıllardır gördüğümüz bu.

 

– Burada yaşadığınız en acayip şey neydi?

Depremdi. Sıcak bir geceydi. Yataktan kalktım, bir sigara yaktım. Zangır zangır başladı. Bak şimdi, benim salaklığa bak, sigaraya bakıyorum, “N’oluyor lan?” diye, sigaradan mı sallanıyorum, sigara mı sallanıyor diye… Papaz mektebinden buraya doğru gelen o uğultu…

 

–  Adanın size öğrettiği bir şey oldu mu?

Oldu. Adada epey bir nefes aldıysanız gerçek bir köylüsünüzdür. Orada burada dolaşmak hep hikâye. İyi bir köylü olmak hepsinden güzeldir. Yatmadan önce, beş on dakika durup bir düşünürüm, o oraya gitti, şu şuraya falan… Köylü kalmak hepsinden iyi.

 

– Köylü müyüz biz yani?

Tabii canım. Bildiğin köylüyüz. Çehresi değişti, bayağı bir şeyler oldu. Özal zamanı. Beton. Bu betonla bizim adadan kaç kişi zengin oldu? İki buçuk. Bir tanesi yarı yolda kaldı, üç değil onun için. Bir yığın boş iş.

 

– N’oldu peki?

Bir halt olmadı. Senin şu yarım şişe biran her şeyden daha kıymetli. Yastığa kafayı koyunca rahat olma meselesi. Boş ver, biraz da tuhaf adamız biz yahu! (Gülüyor.)

 

–  Peki, çok mu değişti ada?

Çok. Bir tane arsa kalmadı ki! Kuyu Mahallesi, gece içenlerin son durağıydı. Benden biraz büyük bir arkadaşım vardı, anlatıyordu o, Tekel motoru gelirdi, diyordu, yüz on damacana rakının altmışını Heybeli’ye bırakırdı. Böyle bir zevk, sefa âlemi işte.

 

– Yazlık sinemaya gider miydiniz?

Tabii. Ayyıldız vardı şurada, oraya gidiyorduk. Senin de hatırlaman lazım orayı.

 

– Tabii hatırlıyorum. Öbürleri peki?

Zafer Sineması vardı, yokuşta.

 

– Hangi film var aklınıza gelen?

Bir Hint filmiydi galiba… Dur, söyleyeceğim sana onu…

 

– Peki, hep anlatmayı ya da söylemeyi sevdiğiniz bir şey var mıdır, bir laf, bir hikâye ya da fıkra?

Ne bileyim, öyle pat diye şimdi… Var tabii, olmaz mı. Dur bakayım… Ha, eyerci bir adam varmış. Yaşlanmış, işi bırakacak artık. Oğluna duvardaki semerlerden birini gösteriyor, diyor ki, “Bak oğlum, şu semeri sakın satma.” Peki meki diyor çocuk ama satıyor sonra semeri. Gel zaman git zaman, baba bir gün dükkâna geliyor, bakıyor semer yok. Oğluna soruyor, oğlu, ah fark etmedim bilmem ne, diyor. Yalan. Semer elden gidiyor. Semerin içinde de meğer adamın oğluna bıraktığı altınlar varmış. Hiçbir şey söylemiyor adam oğluna, hemen işe koyuluyor, “Gitti diye gitti dememeli,” diyor, “gene dikmeli.” Yeni eyerler yapmaya başlıyor. Bir gün o semeri alan kişi dükkâna geri geliyor, diyor ki, “Bu semer olmadı, hayvan rahatsız.” Altınlar hayvanın sırtına batmış tabii. Peki, diyor bizim adam, ver onu, al bunu. Tamam mı, tamam. İşi biliyor ya, hemen arkasından, “Geldi diye geldi dememeli,” diyor, “gene dikmeli.”

– Çok güzel. Devam yani.

Tabii, meşguliyet işte. Çok önemli.

 

– Çok mutluyum sizinle konuştuğum için. Ne kadar teşekkür etsem az…

Sağol evlat. Nereden aklına geldi bu iş yahu!.. İyi ki geldin.

* Hayalet Oğuz’un (Oğuz Halûk Alplaçin’in) yarım kalmış bir şiiri.

** Karekin Deveciyan, Aras Yayıncılık. Çev. Erol Üyepazarcı, 2006. (İlk baskı 1915, Osmanlıca; ikinci ve genişletilmiş baskı 1926, Fransızca.)


Yayınlanma Tarihi: 11 Kasım 2024  /  Son Güncellenme: 11 Kasım 2024


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.