Paylaş
Tüm Sayılar      2024      Sayı 234 – Aralık 2024      Günsu’nun Masal Adası

Günsu’nun Masal Adası


Büyükada’da yaşayan müzisyen, yazar ve tiyatro yazarı Günsu Özkarar ile 2023 Temmuz’unda Adalar Müzesi’nde gerçekleşen Adalar Çiçek Şenliği’ndeki viyola konseri esnasında tanışmıştık. Özkarar hayatını şekillendiren anıları, yazarlık serüvenini ve Büyükada’nın sanatı üzerindeki etkisini Fil Rüyası adlı oyununun sahnelendiği günlerde Adalı okurları ile paylaştı.

Günsu Hanım, okurlarımızın biraz daha yakından tanıyabilmesi için kendinizden bahseder misiniz?

Günsu: Tabii ki. 1987 Ankara doğumluyum. Ankara, hayatımın büyük bir bölümünü geçirdiğim şehir ve beni çok şekillendirdiğini düşünüyorum. Herkes Ankara’yı biraz durağan, biraz sıkıcı bulur ama ben bu şehrin derinliğini sevenlerdenim. Sanırım bu, orada doğup büyümenin getirdiği bir bağ.

Sanatçı bir ailede büyüdüm; annem tiyatrocuydu ve tiyatro dünyası benim için çok tanıdıktı. Çocukluğum, Ankara Sanat Tiyatrosu’nun kulislerinde geçti. Annem oyunlar arasında yanıma gelir, benimle ilgilenirdi. Anneannem ve dedem de tiyatroya çok düşkündü. Beni oyunlara götürürlerdi ve bu deneyimlerin her biri bende kalıcı izler bıraktı. O zamanlar annemi sahnede izlerken tiyatronun büyüsüne kapılırdım.

Sanata olan yatkınlığımı fark eden ailem beni konservatuvara yönlendirdi. Küçük yaşta Bilkent Üniversitesi Konservatuvarı’na girdim; 12 yaşımdan 22 yaşıma kadar oradaydım. Burada aldığım eğitim hem disiplinli hem de çok yoğundu. Ben viyolacıyım. Ayrıca pedagoji eğitimi de gördüm; ikisini birden bitirdim. Bern’de masterımı, İstanbul’da Sanatta Yeterlilik, yani Amerika’daki adıyla doktorayı bitirdim. Avrupa turnelerine katıldım, farklı hocalarla çalıştım, ama bu süreç yalnızca müzikle sınırlı değildi. Boş vakitlerimde yazı yazmaya başladım. Bu, benim iç dünyamla bağlantı kurmamı sağladı.

Yazarlığa geçişiniz nasıl oldu?

Yazarlık aslında hep içimdeydi. Konservatuvar yıllarında odalarda yalnız çalışırken sık sık yazılar yazardım. Bu yazılar benim için bir kaçış alanıydı. Müzik eğitimi, son derece yoğun bir disiplin gerektirir; biz de günün büyük kısmını bu disiplini takip ederek geçirirdik. Ancak o yalnız anlarımda kalemi elime alır, aklıma gelenleri kağıda dökerdim.

Gerçek anlamda yazmaya ise İsviçre’ye taşındığım dönemde başladım. Bern’de master yapıyordum ve orada bir blog açtım. Yazılarımın çok beğenilmesi beni cesaretlendirdi. Yazmaya olan ilgim arttıkça, bu alanda daha fazla şey üretmek istedim.

Pandemi dönemi, yazarlık kariyerimde bir dönüm noktası oldu. O sırada İstanbul’daydım ve yazmaya odaklanabildim. İlk kitabımı o dönemde yayımladım. Bugüne kadar yedi kitabım yayımlandı. İki de antolojide yer alıyorum; birkaç öyküm var onlarda da. Tabii bunları müzikle beraber, hem ders vererek hem konserler arasında sürdürdüğüm için hepsi içime sinen çalışmalar değil ama hepsi kendi içinde bir doğum, bir tohum. O yüzden bu deneyimi sürecinin bir parçası olarak görüyorum. Başlangıçta tamamen özgür çalışmalar yaptım. Yani üstüne düşünmeden ne düşünüyorsam, ne hissediyorsam onları yazarak toplamıştım. Şiir kitabım var ama ben şair değilim. Zaten yazarım da demiyorum. Bir de öykü  kitabım var mesela Küflü Bir Gül  diye.

Tiyatro yazarlığına geçişiniz nasıl oldu?

Tiyatro yazarlığı, adaya taşındıktan sonra hayatıma dahil oldu. Denemeler ve öykülerle başlamıştım; yazılarım genellikle orta sınıfın sıkışmışlığını ve hayatta kalma mücadelesini anlatıyordu. Sonra dedim ki benim asıl meselem ne? Ben bunları ucundan kıyısından başkalarının dilinden anlatıyorum. Benim ayrıca bir meselem var. Onu daha iyi anlatabilmek için de tiyatro yazarlığı eğitimine başladım Galata Perform’da. Adadaki ilk gecelerimde hep evdeydim ve sürekli oyun okuyordum, sürekli tiyatro üzerine konuşuyorduk arkadaşlarla; bir bağımlılık oluştu bende. Zaten tiyatrocu kızı olmamın getirdiği bir ana rahmine dönüş süreci oldu manevi anlamda. O üç yıllık sürecin sonunda çıkardığım oyun (Fil Rüyası) beğenildi. Okuma tiyatrosuna seçildi Yeni Metin Festivali’nde. Yönetmen beğendi, oyuncular beğendi. Akabinde de o festivalin ardından Laçin Ceylan satın almak istedi ve bana telif ödeyerek oyunu satın aldı. Şimdi Laçin, Bitiyatro ve Nejat İşler’in Meddah’ı ile birlikte ortak yapımcılıkla sahneye koydular. Yönetmenimiz Cem Burçin Bengisu, üç oyuncu ve kuklalarla birlikte sahneliyorlar sezon içinde. Ayda dört oyunumuz var farklı sahnelerde. Geri dönüşler de güzel, heyecanlı. Tabii yeni olduğumuz için düzeltilecek şeyler var. Her oyun sonrası tekrar bir şeyleri konuşuyoruz.

Fil Rüyası’nı açalım mı biraz?

Fil Rüyası, aidiyetsizlik, göç ve kentsel dönüşüm temalarını işliyor. Oyunu yazarken, bir bireyin yaşadığı yerle kurduğu bağları ve bu bağların kopuşunu sorguladım. Hikaye, deprem korkusu ve toplumsal dönüşüm gibi temalar etrafında şekilleniyor.

Oyunu yazdığım yılki temamız korkuydu; hocalarımız korku üzerine bir şey yazın dediler. Ben de düşündüm, nedir benim korkum? Aidiyetsiz olmak yani, bir yere ait olmamak. Adaya taşındım, niye taşındım? Ait hissetmek için. Demek ki aidiyetsizlik insana kötü gelen bir şey. Kendi göçlerimi düşündüm. Biz Bulgar göçmeniyiz. Anneannemde bu göçten kaynaklanan ruhsal bazı sıkıntılar olduğunu hep düşünürdüm. Sonra dedim ki deprem! Deprem hepimizin korkusu. Deprem, ailesizlik, bunu bir genç kadının üstünden nasıl anlatırım diye bir çerçevede oyunu çıkardım. O yüzden aslında günümüz problemlerime çok değiniyor.

Bir de bence Ada’ya kaçışımı çok iyi anlatıyor; sürekli metrobüste geçen bir oyun. Kentsel dönüşüm sesleri, inşaat sesleri var. Terapi odasında bile kız bir türlü soluk alamıyor. Pencere ne zaman açılsa içeri inşaat sesi geliyor. Ben şehirden, bunlardan kaçarak adaya gelmiştim. Ada’da da bunları şimdi görecek olma ihtimali beni korkutuyor. “Masal Odası”nı kaybetmek. Yeni korkum da bu.

Öte yandan tiyatro, yazdığınız metnin sahnede nasıl canlandığını görmek açısından çok büyüleyici bir alan. Fil Rüyası provalarında sürekli bulundum ve oyuncularla çalıştım. Oyuncular, metne kendi yorumlarını katarken, hikayenin yeni boyutlarını keşfetmeme yardımcı oldular.

Bir izleyici olarak sahnede metnimi görmek inanılmaz bir duyguydu. İzleyicilerden gelen geri dönüşler, oyunun sadece benim için değil, başkaları için de ne kadar anlamlı olduğunu gösterdi. Kimi izleyiciler oyunun temalarının kendi hayatlarını yansıttığını söyledi. Bu, bir yazar için tarif edilemez bir mutluluk.

Tiyatrocularla çalışmak nasıl? Anneniz de tiyatrocu, siz de şimdi tiyatro dünyasına girdiniz. Büyük bir ihtimalle de provalarda da oluyorsunuz.

Aslında ölü yazar seviyor tiyatrocular. Bize de eğitimlerde söylerlerdi: yazacaksınız ama yazdığınıza âşık olmayın çünkü değiştirecekler. Örneğin oyuncularımızdan birinin bir repliği var metinde, “Gençliğimde beni çok beğenirlerdi,”ye “Ediz Hunlar bile beni çok beğenirdi” gibi bir ekleme yapmış repliğine. Bir gün izleyiciler arasında Nejat İşler vardı. Hemen ona göre değiştirdi. “Nejat İşler bile beni çok beğenirdi” diye. Hepimize sürpriz şeyler oluyor yani.

Tiyatro yazarıysanız ölün ya da ölü taklidi yapın! Ben de yapmaya çalıştım ama benim evdeki hesap çarşıya uymadı. Yönetmenimiz aynı zamanda arkadaşım olduğu için sürece katılmamı istedi. Oyuncuların hepsine ayrı ayrı saygı duyuyorum ve çekiniyorum da onlardan. Onlar beni tebrik ediyorlar, ben onları tebrik ediyorum. Böyle bir sarmala dönüşüyor oyun çıkışları.

Gelecekte ne var?

Yazmaya devam edeceğim. Hayalim daha çok yazmak, daha çok oyun yazmak, roman çıkarmak. Romanım kentsel dönüşüm ya da aidiyetsizlik gibi bir tema üzerinde değil de, biraz daha otobiyografik ama aynı zamanda da biraz daha ülkeler arası sıkıntılara, yani ülkelerin neden birleşemediğine, kültür farklılıklarına, öteki olmaya dair bir çalışma olacak. Ama oyunlarımı da üçlemeyi düşünüyorum. İkinci oyunumda deprem oluyor. Üçüncü oyunumda, özellikle bu son çıkan yasadan sonra, hayvanların ölümü üzerine distopik bir dünya hayal ettim. Kısacası bu üçlemede birbirini besleyen temaları olacak ki izleyen şunu anlasın istiyorum: bu kız kafayı buna takmış ve hep bunun üzerine çalışmış. Orada bir parmak izi görülsün istiyorum.

İşin gerçeği kendimi üç sene verdim; aynı şeyleri tekrarlamaktan korkuyorum. Yetersiz bulduğum yerler var yazılarımda. Onları aşmak istiyorum. Daha çok okuyorum, sürekli okuyorum; sonradan o kolektif bir bilince de dönüşüyor. Anlattığımız şeyleri daha ortak bir dilden aktarabiliyoruz.

Ne okuyorsunuz mesela?

Her şeyi okuyorum. Şu an Japon edebiyatına merak saldım. Yeni bir yazar keşfettim: Osamu Dazai. Onun üçüncü kitabı Öğrenci Kız’a başladım. Bazen Türk edebiyatına geri dönüyorum. Yeni çıkan yazarları takip etmeye çok çalışıyorum. Özellikle kadın yazarları.

Etkilendiğiniz, çok beğendiğiniz yazarlar var mı? 

Çok var. Peter Handke’nin intihar eden annesini anlattığı Mutsuzluğa Doyum isimli, yarı-otobiyografik bir kitap. Birkaç gün başka kitap alamadım elime mesela. Virginia Woolf’un satırlarında kaybolurum. Evde tutmuyorum; tekrar tekrar okumayayım, yoksa yeni kitap okumam diye evde tutmuyorum. Annemde bıraktım. Yani gerçekten böyle aşk hissettiğim yazarlar var Sylvia Plath, Virginia Woolf gibi.

Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sı mesela; okuyup okuyup tekrar ağlayabiliyorum aynı kitaplarda. Bu hem sağlıklı hem değil. O insanlar bizim iç dünyalarını da açmışlar. Hem gördüklerini hayal ettiklerini yazmışlar, hem iç dünyalarını yazmışlar. Orada çok ruhani bir bağ oluşuyor; onların ruhlarının evde dolaştığını düşünüyorum okuduğum zaman. O yüzden beni korkutan yazarlar var. Yaşayan yazarları okumayı daha çok seviyorum; sohbet edebileceğim, komşum Pelin’in kitabı gibi, Mine Söğüt’ün yeni kitabı gibi, Nilüfer Açıkalın gibi, gidip konuşabileceğim, kahve içebileceğim insanları okumayı tercih ediyorum.

Vedalaşmadan biraz da adadan, adalılığınızdan bahsedelim isterseniz. Büyükada ile ilk bağınız nasıl kuruldu?

Ada ile bağım aslında çocukluğumda başladı. Biz Ankaralı olduğumuz için denize çok hasretiz. Teyzem Büyükada’ya taşınmıştı ve sömestr tatillerinde onu ziyarete gelirdik. Ada benim için hep bir masal gibiydi. O yaşlarda, buranın farklı enerjisini hissedebiliyordum.

Daha sonra ailem de Büyükada’ya taşındı; bütün aile altlı üstlü bir ev tuttuk ve ada hayatına geçiş doğrudan oldu. Ancak o dönemde ben İsviçre’deydim. Tatillerde Ada’ya gelir, ailemle vakit geçirirdim. Ada’nın o dönemdeki sakinliği ve huzuru, içimde hep bir yere yerleşti.

Sonrasında hem dedemi kaybettik, hem annem ve teyzem çok yoğun çalıştıkları için onlar şehre dönmeye karar verdiler İsviçre’den döndükten sonra bir süre Moda’da yaşadım ama aklım hep Ada’daydı. Üç yıl önce Büyükada’ya taşınmaya karar verdim. “Ben buraya yerleşiyorum, isteyen beni ziyarete gelir,” dedim ve gerçekten de bu kararımın doğru olduğunu zamanla gördüm. Ada bana bir özgürlük ve aynı zamanda bir aidiyet hissi verdi.

Büyükada’da yaşamak sizce nasıl bir deneyim?

Büyükada’da yaşamak bir yandan huzur verici, bir yandan da düşündürücü. Çocukken gördüğüm Ada ile şimdiki Ada arasında büyük fark var. Turist yoğunluğu, altyapı sorunları ve doğal dokunun bozulması beni üzüyor; buraya gitgide bir kent dokusu sinmeye başladı. Ancak bu masalsı atmosfer hâlâ korunabilir durumda.

Ada halkında çok ilginç bir “Gezi ruhu” var bence. Aslında herkes bir şekilde birleşip karşı oldukları konuları protesto etmek istiyor; insanlar kavgalarını birlikte ediyorlar. Öte yandan birbirlerine karşı da bir dinamik oluşturuyorlar. Orada biraz vakit kaybediyorlar bazen; hem istek var hem de pratikte yavaşlığa sebep oluyor bu.

Aslında bir masalı hep birlikte yaşıyoruz ve bir kara parçasının üzerine hep birlikte çıkıyoruz. Benim gibi bir sürü sanatçı insan da var Adalar’da. O yüzden adada özellikle sanatın ve sanatçının korunmasına önem verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu masalsılığı, sanatçı vizyonu daha farklı algılıyor bence. Ben elimden geldiğince, bir yerde çalmamı istediklerinde gidip çalıyorum. Sanatçılar olarak bu koruma sürecine katkıda bulunmamız gerektiğini düşünüyorum. Adalar Müzesi’nde, Çiçek Şenliği’nde ve diğer kültürel etkinliklerde yer alıyorum. Sanat, Ada’nın ruhunu yaşatmanın en güçlü yollarından biri.

Günlük yaşamınızda Ada sizin için nasıl bir ilham kaynağı?

Ada, doğası ve toplumsal yapısıyla sürekli bir ilham kaynağı. Burada insan ilişkilerini gözlemleyebiliyor, toplumsal dinamikleri anlayabiliyorum. Aynı zamanda doğanın sadeliği, yazılarımda sakin ama derin bir ton yakalamamı sağlıyor.

Bunların üzerine birlikte düşünelim istiyorum. Kollektif bir bilincin oluşmasına devam edelim. Bir katkımız olsun çünkü o bilincin parçasıyız; birlikte konuşmak, anlaşmak bunlar en büyük şifa, bizim de şifaya ihtiyacımız var. Ben de bunun için tiyatro yolunu seçtim, yazma yolunu seçtim, müzik yolunu seçtim, buradan da devam ediyorum.

Sanatçı olarak Ada’nın korunması ve yaşatılması için çalışmaya devam edeceğim. Ada, benim için bir masal ve bu masalı kaybetmek istemiyorum.


Yayınlanma Tarihi: 07 Aralık 2024  /  Son Güncellenme: 09 Aralık 2024


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.