Paylaş
Tüm Sayılar      2024      Sayı 233 – Kasım 2024      Savaştepe Köy Enstitüsü’nde Bir Adalı: Beşir Tulunay

Savaştepe Köy Enstitüsü’nde Bir Adalı: Beşir Tulunay


En alt sıra sağdan birinci Beşir Tulunay

Savaştepe Köyü ve Köy Enstitüsü

1640 yıllarında İstanbul ile Manisa yolu üzerinde posta arabalarının konaklaması amacıyla bir han yapılmıştır. Sonra bu han kervansaraya dönüştürülmüştür. Kervansarayı korumak için buraya yerleşip ev yapanlardan vergi aşar ve salgın alınmamıştır. Osmanlı devrinde köyün adı Giresun’dur. Kurtuluş Savaşı’nda ilk büyük çarpışma bu köy çevresinde olmuştur. 180-200 kişiden oluşan çete, kendinden kat kat üstün bir Yunan tümeniyle Karaçam’da savaşmıştır. Bu çarpışma Kurtuluş Savaşı’nın başlangıçlarından birisidir. Sekiz gün süren çarpışmada otuz gönüllü kahraman şehit olmuştur. Giresun adının Savaştepe’ye dönüşümüne bu kahramanlık destanı neden olmuştur. Savaştepe Balıkesir il merkezine 55 km uzaklıkta Balıkesir’in güneydoğusunda ve İzmir-Bandırma Demiryolu üzerindedir. 1940’lı yıllarda burada yaşayan aileler geçimlerini ağırlıklı olarak çiftçilikle sağlamaktaydı.

16 Nisan 1940 tarihinde iki vagon eşya, yedi büyükbaş, on sekiz küçükbaş hayvanla Savaştepe’ye gelen Enstitü’nün kurucu müdürü Sıtkı Akkay çok büyük zorluklar ve imkânsızlıklara rağmen halkın da Enstitüye ön yargılı bakışını değiştirmeyi başararak 1940 Mayıs’ında seksen mevcutlu eğitmen kursunu açarak çalışmaya başlar. Enstitü birkaç yıl içerisinde yeni inşaatlarla gelişerek büyür.[1] Maarif Vekili Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un önderliğinde Cumhuriyet’in fikri hür, vicdanı hür nesillerini yetiştirmek üzere nüfusunun yüzde sekseni köylerde yaşayan Anadolu’da, eğitim seferberliğini köylerden başlatılacaktır. Aydınlanma felsefesine inanmış, yüreği vatanı için çarpan, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, okuyan, araştıran, sorgulayan kapalı sınıflar içinde eğitim alan eli sadece kalem tutan öğrencilerden ziyade üretimin içinden gelen ve köy yaşamını en iyi bilen köy çocuklarını merkezine alarak eşitlikçi bir eğitim sistemini hayata geçirmektir amaçlanan…

İlk kurulan dört enstitü Çifteler, Kızılçullu, Kepirtepe ve Gölköy’ün ardından yurdun dört bir yanında faaliyete başlayan toplamda yirmi bir Köy Enstitüsü’nden biri de Savaştepe’dir. Savaştepe’ye yolu düşen öğrencilerden biri de İstanbul Maltepe’de üç yıl kapı komşumuz da olan Gündoğdu Köyü’nden sevgili Beşir Tulunay öğretmenimizdir. Kendisiyle geçtiğimiz Ekim ayı içinde konuyu biraz daha detaylandırarak sohbet etme imkânım olmuştu. Bir asra yaklaşan yaşamıyla canlı bir tarih, tükenmez bir bilgi hazinesi vardı karşımda. Tüm içtenliği ile bazı özel anılarını da paylaştığı için huzurlarınızda kendisine bir kez daha teşekkür ederim. Şimdi sözü daha fazla uzatmadan Beşir Tulunay’a bırakmak istiyorum.

Beşir Öğretmenim merhaba, öncelikle bize biraz kendinizden, ailenizden ve ada öykünüzden bahseder misiniz?

Memnuniyetle, 8 Nisan1932’de Gündoğdu’da doğdum. Ailem Gündoğdu Köyü’nün yerlisidir. Babam 1927 yılında köye iskân edilmiş, diğer aileler gibi. Annemse daha sonra gelin gelmiş köye. Kurtuluş Savaşı’nda yararlılıkları görülen ve Karadeniz Nakliyat-ı Bahriye Kumandanlığı’na cephane taşıyan Kastamonu, İnebolu, Abana, Bozkurt yöresinden birçok aileyi köyün geçmiş önemini de göz önüne alarak Gündoğdu’ya iskân etmişler. Osmanlı devrinde Gündoğdu köyünde dört yüz küsur hane var imiş. Türkler adaya iskân edildiklerinde ekilecek bahçe, zeytinlik ve ev vermişler. Ancak zamanla büyük çoğunluk deniz ticareti ile iştigal etmiştir. Bunun yanında muazzam üzüm bağı varmış eskiden. Gelenler yanlarındaki boş evleri yıkmışlar kimse gelmesin diye. Zeytinlerin yanında incir ağaçları (kabak inciri derlerdi) vardı bahçelerde. Küfelerle üzüm toplardık. Yol yok bir şey yokken sırtımızda taşıyıp eve getirirdik. Pekmez ve sirke yapılırdı. Çok üzüm vardı! Siyah üzüm ağırlıklıydı, aralarında beyaz üzümler de vardı. Hala daha köyün arkasındaki bayırlarda asmalar vardır. Adanın en güzel üzümü Cihli koyunun üzümü derdi rahmetli Ayet Kaptan (Karatepe). Eşim Emine’yle 1951 senesinde evlendik. Süheyla, Leyla, Hülya ve Yeşim adlarında dört kızımız var. Otuz iki yıl dokuz ay on gün hizmet süremin ardından 1983 yılında emekli oldum. Senenin büyük bölümünü halen Gündoğdu Köyü’nde geçiriyorum.

Bize Savaştepe Köy Enstitüsü öğrenciliğinizi anlatır mısınız? Okuldan nasıl haberiniz oldu? Ne zaman başladınız?

Bir gün akranlarımla oyun oynuyordum, koşturup duruyorduk köyün sokaklarında. Köy kahvesinin önünden geçerken beni çağırdılar. Müfettiş gelmişti o gün Gündoğdu’ya. Benim için “çok yaramaz ve çalışkan bir çocuk, bu yapar” dediler. Peykelerde oturuyordu büyükler. O gün anlattılar bana: Öğretmen okulunun varlığını, okulda tarla ve büyükbaş hayvanların olduğunu, uygulamalı eğitim verdiklerini ve sırasıyla neler yaptıklarını anlattılar. Mezun olunca da yirmi lira maaş veriyorlarmış, yirmi yıl da mecburi hizmetin var. Beş yıl eğitim alacaksın. Bu okulda okur musun? diye sordular. Okurum! dedim ben de. Babam İsmail Tulunay köy bekçisiydi. Annem istememişti beni göndermeyi, Babamsa kararı bana bırakmıştı, kendi bilir demişti. İlkokulu bitirmiştim. 1938’de Atatürk vefat ettiğinde ilkokul öğrencisiydim. 1945’te girdim Savaştepe Köy Enstitüsü’ne.

Marmara Adası Gündoğdu köyünden çıkıp henüz onlu yaşlarda Balıkesir’e gurbete yaptığınız bu yolculukta Balıkesir Savaştepe’ye nasıl gittiniz 1945 yılı koşullarında?

1076 numaralı 1950 mezunu Beşir Tulunay

Kemal (Tarık) Kaptan’ın posta motoruyla Erdek’e doğru yola çıktık babamla birlikte. Hava fırtınalıydı. Çok sertti. Tam Kapıdağı Narlı köyüne yaklaşmıştık ki, makine kanaldan geçerken arıza yaptı. Kemal Kaptan hemen yelken açmış, tekneyle iki günlüğüne Paşalimanı Adası Huhla (Tuzla) köyüne sığınmıştık mecburen. Ancak iki gün sonra tekneyi tamir ettiler de Narlı’ya geçebildik. Hava hâlâ sert olduğu için bazı yolcular korkup binmemişti tekneye. Biz ise binip geçtik karşıya, sonra gidip onları da almışlardı. Narlı’dan Erdek’e, oradan da Savaştepe’ye gittik bin bir güçlükle. Savaştepe’de demiryolu ve tren istasyonu da vardır. Köy Enstitüsü iki kısımdı. Müdür muavininin odasında yazılı ve sözlü imtihan yaptılar. İmtihan sonucunda, “Köyden gelmiş, idare eder, kazandın dediler, okula kabul ettiler. Babam dedi ki, “Oğlum bak görüyorsun ister gel dönelim köye, ister kal. Yapabilir misin? Annen küçüksün diye istemiyor. Seni zorlamıyorum.” Bense gurur yaptım kalacağım, dönmeyeceğim dedim Babama.

Biraz da okulunuzdan, nasıl eğitim aldığınızdan bahseder misiniz?

Yatılı okuduk tabi. 1076 okul numaramdı. Güreş sporuyla ilgilendim. Savaştepe’de iki ayrı bölüm vardı. Birinci bölümde yemekhaneler vardı, Kız öğrenciler ve erkek öğrenciler için ayrı ayrı yatakhaneler mevcuttu. Sözlü derslerimizin yanında uygulamalı dersler de yapardık. Bir kilometre mesafede okulun ikinci kısmı bulunuyordu. Dershaneler ve işlikler burada bulunurdu.  Sabah erkenden kalkıp önce kişisel temizliğimizi yapardık. Ardından jimnastik yapardık bütün okul büyük top sahasında! Daha sonra, kahvaltı yapılırdı. Kahvaltının ardından mütalaa yapardık bir saate yakın, sonra derslere girerdik. Serbest çalışma yapılırdı. Büyük bir kütüphanemiz vardı oradan kitap alır okurduk. Ders kitapları haricinde kitaplardı bunlar; Dünya Klasikleri’nden okurduk. Ben mesela Jules Verne okurdum. Çok severdim. Bazı kitaplarına öyle takılmıştım ki, günlerce ders çalışamadığım oldu.

Savaştepe Köy Enstitülüler sabah sporunda, sağ kol baştan ikinci Beşir Tulunay (Beşir Tulunay arşivi)

Köy Enstitüsünde müzik dersi ve mandolin çalan öğrenciler (Beşir Tulunay arşivi).

17 Nisanlarda Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıldönümlerinde Balıkesir’e gidip büyük gösteriler yapardık. Jimnastik hareketlerinin yanında birbirimizin omuzları üzerinde yükselen iki kule yapardık karşılıklı. Müzik derslerinde de mandolin çalardık. Mandolini iyi öğrenmiştim.

Bir ay da askeri eğitim aldık. Tüm öğrencilerle askeri birlik emrine verildik. Çadırlarda kaldık. Çamlık mevkiinde gece piyade tüfeklerimizle süngüler takılı vaziyette nöbet tutuyorduk dağ başında. Ağır makineli tüfek kullanan bir arkadaşın tüfeği ile fotoğraf çektirmiştim. 1948’di zannederim. Askerlik kampına gittiğimiz yıl. Ayhan Karasu son müdürümüzdü.

1945-1950 Savaştepe Köy Enstitülüler

Öğretmenlerimiz arkadaş gibiydiler. Derslerde çok disiplinliydiler. Yerinde öğrenirdik her şeyi. Örneğin bir atı veya sağmal bir ineği fiziki özellikleriyle açıklamalı olarak anlatırlardı. Hayvanın yanına gider, gözlerini tüylerinin nasıl olması gerektiğini göstererek anlatırlardı. Güzel ders verirlerdi, her şeyi yerinde anlatırlardı. Kendimizi iyi ifade eder, açık yüreklilikle konuşurduk. Arıcılık da yapardık. Dört-beş km mesafede Çomaklı’da Enstitü’nün büyük bir çiftliği vardı. Bütün sebzeler orada yetişirdi. Okulda bine yakın nüfus vardı. Çalışan eğitim kadrosunun ve okulda tahsil gören öğrencilerin tükettiği her şey burada yetiştirilirdi. Çiftliğin içine hendekler açardık, dereden su aktarılırdı bu hendeklere. Kamyonla gübre getirilir, biz öğrenciler kürekle suyun içine atardık gübreyi. Daha sonra sulandırılmış gübreyi biber, patlıcan, bamyaların içine salarlardı. Devamlı kürekle altlarına gübre atardık. Öyle mahsul alırdık ki… Hatta ürettiğimiz tarla ürünlerini satardık da. Savaştepe nahiyeydi o vakitler. Fide satardık, köylüler bunlar azgın fide der almak istemezlerdi. Sonradan alıştılar, istediler ki hep biz getirelim. Ziraat derslerimizi tarlalarda uygulamalı olarak bu şekilde yapardık. Bütün kazma sulama işlemlerini bize gösterir sonra da tatbik ettirirlerdi. Kazar, biçer toplar hasadı da birlikte yapardık. Sanat derslerinde de bina inşaatı yapardık. Başlıca üç sanat dalı vardı: marangozluk, inşaat, demircilik. Kura çekerdik… Demircilik meslek derslerinin atölyeleri vardı. Başlarında deneyimli öğretmenleri vardı. Biz gittiğimizde fazla bir bina yoktu okulda. Öğrenciler hep kendileri yapmışlardı derslikleri, koğuşları. Okulun bulunduğu saha fundalıkmış. Vagonlarla tuğla gelirdi. Elden ele bu tuğlaları kamyonlara istiflerdik. Binaları da biz yapardık. Bense önce demircilik alanını seçtim, yapamayınca marangozluğu da denedim ama inşaatta başarılı oldum. Çatıya varıncaya kadar her şeyini yapardık inşaatların.

Sol başta güreşçi Beşir Tulunay, sağda: 17 Nisan törenlerinden bir kare (Beşir Tulunay arşivi).

Köy Enstitüleri’yle ile ilgili yayınlarda, Enstitü öğrencilerinin yeni açılacak okul inşaatlarında çalıştıklarını öğrenmiştim. Siz de benzer faaliyetlerde bulundunuz mu?

Elbette. Boş zamanlarımızda özellikle tatillerde köylere okul inşa etmeye giderdik. Biga’nın Manav Bakacak köyünde bir ilkokul inşa etmiştik. Kamyonla içinde otuza yakın öğrenci ki her meslek dalında yetişmiş; marangozu, demircisi, inşaat ustası olmak üzere hep beraber yola çıkardık. Gittiğimiz köyde köylülere nereye okul yapılacak diye sorduğumuzda, “bunlar mı okul yapacak? Hepsi çocuk bunların” diye şaşkınlıkla yüzümüze bakarlardı. Bir çayırlık mevkii göstermişlerdi. Ertesi gün biz bir başladık çalışmaya, hayretle karışık “yahu bunlardan korkulur! Bunlar nasıl çocuk dediler” (gülüyor…). Önce temel kazıldı, binanın temeli atıldı. Tuğlaları attık, yirmi günde çatısına kadar meydana çıkardık binayı. Tabi çalışma esnasında yemeklerimizi de yine kendimiz yapardık. Bize bir ev vermişlerdi, orada yemekleri pişirirdik. 15-16 yaşlarındaydık hepimiz. Geredelli köyündeki okulun çatısının yapılmadığını söylemişlerdi, önce oraya gidip eksik kalan çatıyı inşa ettik. Daha sonra dönüp Manav Bakacak İlkokulu’nu tamamladık.

Annem Bursa Yatılı Kız İlk Öğretmen Okulu’nda okuduğu yıllar çevre köylerin ilkokullarında derslere girdiklerinden bahseder. Siz de öğrenim gördüğünüz vakit bu şekilde staj mahiyetinde derslere girmiş miydiniz?

Biz de Enstitü’deyken çevre köylere veya merkezdeki okullara ders vermeye giderdik. Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra da Erdek’te on beş gün tarihi Erdek İlkokulu’nda derslere girdim… Okula gittiğim günler akşamdan çağırırdı Müdür Bey; dördüncü sınıflara girince şu dersi vereceksin, üçüncü sınıflara bu dersi anlatacaksın diye söylerdi. Bir keresinde dördüncü sınıfların coğrafya dersine girecektim, Hindistan’ın Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) gelecekti okulumuzu ziyarete… Zuhurat öğretimi vardı. Hindistan’ın Ganj nehrinden, Ganj nehrinin kutsallığından, hayvanların kutsallığından bahsetmiştim. Vekil şaşırmış, “Bravo yahu biz sizin ülkeniz hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Sizse burada öğrencilere bizim ülkemizi Ganj nehrini, Hindistan’ı anlatıyorsunuz” demişti.

Enstitü’den ne zaman mezun oldunuz? İlk tayin yeriniz Marmara’ydı sanırım yanılıyor muyum? İlk görevinizden biraz bahseder misiniz?

Marmara İlkokulu öğrencileri. En üstte solda Beşir Tulunay, Halit & Hatice Özel.

Enstitü’den 1950 yılında mezun oldum. İlk tayinimde de 18 yaşında Marmara’ya öğretmen olarak atanmıştım. Daktilo kullanırdık o tarihte. Marmara’da 1950’den 1958’e kadar yukarıdaki okulda çalıştım. Şevki Ayaz, Şevki Erdoğmuş ilk talebelerimdendi.

Halit & Hatice Özel adında bir öğretmen çiftin yanına gelmiştim. Ada’ya sürgün gelmişlerdi. Çok iyi insanlardı, onlardan çok şey öğrendim. Hatta beni evlatları bellediler. İlk geldiğimde adaya sahildeki okulun boş bir odasında kaldım. Mesken olarak kullandım. Hemen hemen aynı tarihlerde Balkan göçmenleri 35-Şerif Ağaoğlu 13-Celil Korkmaz Muammer Korkmaz’ın ağabeyi de ilk geldiklerinde burayı mesken olarak kullandılar. Oradan Papazın evine (yani eski sağlık ocağı) geçmiştim. Lojman gibi orada üst katta bir odasında kaldım. Öksüz ailesinin oturduğu evin üst katında da kaldım bir süre. Daha sonra da yukarıdaki okulun bir odasında geçtim. Daha sonra da şimdi sahildeki eczanenin üst katına geçtim. Bey Baba diye biri vardı balık mağazası işletirdi. Merry adında da bir kızları vardı. Evlerinde kiracı olarak kaldım.

Marmara’da Demokrat Partili yıllarda başımdan çok olay geçti.  1958 yılında askere giderken kıta çavuşu yaparlar diye açıkçası çekiniyordum. Ancak okulu birincilikle bitirdiğim için askerliğimi de yedek subay olarak bitirdim. Kütahya’da Havacı’ydım. Altı ay yedek subay okulunda bulundum. Okulda iki bin küsur öğrenci arasında birinci olmuştum. Fakat sonradan nasıl oluyorsa bir dersimin notunu düşürmüşlerdi, üçüncüsün sen diye yenilediler. İtiraz etmiştim ama artık dönecektik, üstünde de fazla durmadım. Gümüş bir tepsi vermişlerdi. Anıtkabir’e birinci ikinci ve üçüncü olarak çelenk bırakmıştık. Toplamda bir buçuk yıl askerlik yaptım. Altı aylık eğitimin ardından bir sene de kıta hizmetim vardı. Askerden döndükten sonra Erdek Yukarı Yapıcı Köyünde çalıştım. 1960 ihtilalinde Erdek’te köydeydim. İki yıl da burada görev yaptım.

Beşir Öğretmen Marmara İlkokulu öğrencileriyle (Beşir Tulunay arşivi).

Ada’da görev yaptığınız yıllar, Türkiye siyasetinde çok çalkantılı bir döneme rastlıyor. Enstitüler siyasi baskılarla kapatıldıktan sonra ülke çapında Enstitü mezunlarının vazifeleri esnasında karşılaştıkları güçlükleri, tavır ve olumsuz olayları düşündüğümüzde bir Köy Enstitülü olarak o dönem başınızdan geçenleri biraz daha detaylandırır mısınız?

Marmara’da çalışırken okulumuzda biçki-dikiş kursları da verilirdi. Üç öğretmendik zaten, hanım öğretmenimizse biçki dikiş kursuna girerdi. O vakitler okul soba ile ısınırdı. Zemini de ahşaptı. Sobadan çıkan kor halindeki külleri zemine bırakmışlardı. Küller için için yanıp tutuşunca da okulda yangın çıkmıştı. Kıştı, sinemaya gitmiştik, okul yanıyor dediler, yangın var! Sinemadan çıktığımız gibi koşa koşa binaya geldik, her yerinden dumanlar yükseliyordu. İçeri kimse girememişti, cesaret edemediler. İçeri girmek için hamle yaptığımda başımdan aşağı bir kova su geçirmişlerdi. Pencereleri açtım. Salondaki tutuşan kısmı söndürdük. Bu sırada Nahiye Müdürü Ekrem Teziş gelmiş, yangının çıkmasına istemeden sebep olan meslektaşım öğretmen Hanımı azarlamış, hakaret etmişti… Kocası ise hiç sesini çıkarmıyordu. Ben müdahale ettim “bağıramazsın sen böyle öğretmene, haddini bil” diye. Epey atıştık Nahiye Müdürü’yle. Onunla da aramız açıldı. Sonra çok uğraştı zaten benimle. Seçimler esnasında görev vermişlerdi üçümüze de sandık görevlisi olarak; seçmenler bir ay boyunca yazılacaktı. Nahiye Müdürü ilk gün gitmediğimiz için, 5545 sayılı seçim kanununa muhalefetten içeri alınmamızı istemişti. DP’li muhtar Rıfat Yavuz, İlçe Başkanı Mustafa Gündoğan’ı (ki babam gibi severdim) da yanına alıp süngülü jandarmalarla bizi karakola götürdüler. O vakit Bilal Andaç adında uzatmalı bir onbaşı vardı Marmara’da. Eşi de kara çarşaflı peçeliydi hatta bu komutanın. Kaçırmıştı, eşi genç bir kızdı. Hakim’e haber göndermişlerdi, evrakları da hazırlamışlar. Aşağıdaki okulda sağdan birinci oda Nahiye Müdürü’nün, ikinci oda da Jandarma kumandanının odasıydı. Onların karşısında ayakta duruyorduk; ahkâm kesmeye başlayınca dışarı çıkıp yan odadan bir iskemle aldım ve oturdum. Bu sırada Nahiye Müdürü bize hakaret edip tehdit etmeye başlamıştı. Kapıyı kapattım ve yakasına yapıştım, sen kimi tehdit ediyorsun diye tepki gösterip, desene bundan sonra Ali-Cengiz oyunu başlayacak… Derken feryadı bastı, “yetişin imdat, beni öldürüyor!” diye bağırdı. Odaya koştuklarında hiçbir şey olmamış gibi biz yerimizde oturuyorduk. Zabıt Kâtibi vardı bize adeta düşman. İfademizi hemen aldılar, bu sırada parti başkanı, “bu iş böyle olmaz arkadaşlar senin elini öpsünler” deyip olayı kapatmaya çalıştı. Öpsünler o da demez mi! “Bana bak” dedim, “öpülecek el varsa o da biz öğretmenlerin elidir, sen benim elimi öp” dedim. “Bunlar adam olmaz bunlara iyilik yapılmaz” diye söylenmeye, hakaret etmeye başladı başladı tekrar. Hakim geldi, evrakları aldı ve bizi evlerimize gönderdi. Lakin evrakları da işleme aldılar. Ramiz Kaptan’ın evinde kalırdı, bekâr bir Hakimdi. Bizi eve çağırtmış ama kimse görmesin diye tembihlemiş, gece gittik. Olayı anlattırdı. “Bunlar köpeksiz köyde değneksiz geziyorlar. Sizin evrakları savcılığa göndereceğim. Savcılık Takipsizlik kararı verirse ki verecek gibi, bana bir dilekçe verin ben hemen onları içeri alacağım” dedi. Savcı da Semih Korkmaz’dı, 1960 İnkilâbı’ndan sonra Ankara Başsavcısı oldu. Celal Bayar Marmara’ya geleceği vakit ‘Tarata’ çekmek istemişlerdi balıkçılar. Tarata bir çeşit balık avlama metoduydu. Ama yasaktı. Ahali söylediğinde, kimse çekmeyecek, eğer çekerseniz atarım içeri diyordu savcı. Kanunen de yasaktı… Efendim, Reis-i Cumhur gelecek diyorlar, “Kim gelirse gelsin!” diyor. O gün savcıyı Gönen’e sürgün etmişlerdi. Çektiler de taratayı tabi, hatta Gündoğdu’da bile çekildi Barbunya balığı için. İşleri bitince de savcıyı geri getirmişlerdi. Aynı savcı ifadelerimizi almıştı. Başöğretmenimizin müsaade etmediği için gitmediğimizi söylememiz üzerine hazırladığı raporda “asli vazifelerinin öğretmenlik olduğu için ilk gün gitmeyip, diğer günler gittiklerine” şeklinde not aldırmıştı. Takipsizlik kararı çıktı. Verilen görevi yerine getirdik, lakin 5545 no.lu kanuna göre bir aylık ücretimizi de istedim Kaymakamlık’tan. Sonra gelip özür diledi benden Nahiye Müdürü, zaten çocuğu da öğrencimdi.

Aradan biraz zaman geçti, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı gelmişti. Fakat Türk bayrakları asılmamıştı kasabaya. Nahiye Müdürü’ne niçin bayrak asılmadığını sorduğumda da, Yunanlı komşularımızın balık almaya geldiklerini, kendilerine ayıp olacağını söylemişti. Bunun üzerine bir dilekçe yazmıştım: “Marmara’da Milli Benlik günden güne azalmaktadır, buna sebep Nahiye Müdürü Ekrem Teziş’tir” diye… Gümrük Muhafaza memurlarıyla birlikte zabıt tutup dilekçeyle beraber Kaymakamlığa verdim. Lakin hiçbir cevap alamadım. Aradan epey bir zaman geçti, Cumhurbaşkanı Celal Bayar gelecekti adaya. Haber alınca ben de gittim; halk çınarların altında bekliyordu. Balıkesir Valisi, İlçe Kaymakamı, İçişleri Bakan Esat Budakoğlu, Ticaret Bakanı Sıtkı Yırcalı yan yana oturuyorlardı. Vali’nin yanı da boştu, Hanımı bir yere gitmişti herhalde. Kendimi tanıttım, “Marmara Öğretmeni Beşir, hoş geldiniz” dedim. Yanına oturtturdu beni, “Hocam nasılsın?” diye sordu. “Vali Bey, burada palangaya vurulmuş esirler gibi Kaymakam’ın ve Parti erkânının baskısı altında görev yapıyoruz” dedim. “Ne demek bu, nasıl konuşuyorsun sen!” diye tepki gösterdi. Kaymakama dönüp aynı şeyi tekrarladı benim için. Kaymakam bana, “ne demek istiyorsun sen? Hükümeti mi devirmek istiyorsun?!” diye çıkıştı. “Kaymakam Bey” dedim “vazifeni düzgün yap! Sen de devlet memurusun ben de. Dilekçe verdim Valiliğe, Vali Bey sizin haberiniz yok mu?” dedim. Ne dilekçesi yanıtıyla yüzüme baktı. Dilekçemden bahis açarak, “Milli benlik milli duygu günden güne azalmaktadır, Yunanlı dostlarımız alınmasın diye Türk Bayrağı asılmıyor!” dedim. Yazılı dilekçemi istedi ve beni azarlayarak “atarım seni vazifeden, bu meslekte senin yerin yok!” dedi. “Aç bırakır mısın beni Valim? Taşı sıktım mı suyunu çıkarırım yaşım yirmi beş yaşında” dedim. Yazılı dilekçemi istediler. Sonra bir de baktım Çınarlı’ya tayinim çıkmış. Lakin bana tebliğ edilmedi, sonradan öğrendiğime göre bu tayinden (sürgün) vazgeçilmiş.

Erdek Yukarı Yapıcı Köyü’nden tayininiz tekrar adaya çıkmıştı değil mi? Gündoğdu İlkokulu’ndan da biraz bahseder misiniz?

1961’de adaya geri döndüm. Gündoğdu İlkokulu’na atanmıştım. Bir ara 125 öğrenciye kadar çıktı mevcudumuz, dört öğretmendik Gündoğdu İlkokulu’nda. Eski Rum kız okulunun olduğu binadaydı köy ilkokulu ilk geldiğimde. 1960 İnkılabı’ndan sonra köyün yukarısına yeni bir okul yaptılar. Amerikan usulü diye söylerlerdi. Duvarları çatlak, içeriden bakınca sokak görünüyor, vaziyeti çok kötüydü ama mevcut yapıyı boşaltıp oraya geçmemizi istediler. Müteahhit işini iyi yapmamıştı. Binayı gözüm tutmadı, geçmem buraya dedim. Biraz da inatçı bir yapım vardı. Kolay kolay pabuç bırakmazdım kimseye… Dilekçe yazdım: “Bu okul bir gün yıkılacak, altında birçok öğrenci ölecek, bunun mesulü ben değilim duyurduğum, ihmal eden siz üst makamlar olacaksınız!” diye… Senede iki sefer rapor veriyordum okul müdürü olarak. Rapora hep bunu yazdım. Lise müdürü, “Yahu hocam bu ne cesaret! Hiç korkmuyor musun?” derdi. “Hakikat bu!” derdim. Maarif vekâletinin inşa edilen okullarla ilgili bir yetkilisi köye gelmiş, “bu okula gireceksin yoksa sürülürsün, sen çok fazla konuşuyorsun” diyor ve tehdit ediyordu. Takıştık, aldırış etmedim. Çocuklarımın canı bana emanetti. Baskı kuruyorlardı üstümde, ben de yılmadım Bandırma’nın yerel bir gazetesine mahlas isimle makale yazmıştım. “Gündoğdu ilkokulunun duvarları yıkılıyor” diye. Bir süre sonra sahilde çay bahçesinde otururken köye yol olmadığı için sandalla birilerinin geldiğini fark ettim Marmara yönünden. Teknedeki biri de yanındakine beni göstererek bu dediğini işittim. Milli Eğitim Müdürüydü gelen. Birlikte okula gittik, okula taşınıp yerleşmemizi istedi, “emrediyorum!” dedi. Yazılı emir istedim. “Mesuliyet kabul etmem önünde sonunda yıkılır bu okul; müteahhit işini iyi yapmamış bina çürük” dedim.  Gelen müdür “tamam Hocam ilgileniriz” dedi ve gitti. Daha sonra bir müfettiş geldi. Sert konuşan Kara Ziya lakabıyla tanınan bir başmüfettişti. O da uğraştı bir süre benimle. “Ben sana sorarım” dedi girmeyeceğimi yineleyince. Sonradan yazdığı raporda okulu pis bulduğunu, içeride ve bahçede hayvan pislikleri gördüğünü yazmıştı. Ben aynı zamanda Türkiye Öğretmenler Sendikası TÖS’ün de ilk üyelerindendim. Bir gün Bandırma’da meslektaşlarımla hasbihal ederken, “merak etme hocam, sana kimse bir şey yapamaz” demişlerdi. “Sana bir rapor yazıp yolladık ama bakma sen!” demişlerdi. Sendikada da konuşma yapmıştım. O yıllarda Mao’dan ondan bundan bahsederlerdi. Ben de çıkıp tek önderimin Mustafa Kemal Atatürk olduğunu, ilke ve devrimlerine bağlı demokratik lâik sosyal hukuk devletini savunup, onu tek yol gösterici olarak benimsediğime dair bir konuşma yapmıştım. Baktılar binaya girmiyorum, söktüremediler mecburen onardılar çürük binayı.  Sonradan tadil edilen bu binaya bir derslik de köyün varlıklı ailelerinden Sedat Bey’e yaptırttım. Okul ile ek derslik arasındaki boşluğa da öğretmen odası yaptırdım. Daha sonra şartları düzelince okulu bu yeni binaya taşıdık.

Yeni Gündoğdu köyü ilkokulu öğrencileri ve Beşir Öğretmen (Beşir Tulunay arşivi)

Derslerden arta kalan zamanlarda özellikle geceleri Gündoğdulu balıkçı reislerinin yanında balığa çıktığınızı da anlatmıştınız daha önce yaptığımız sohbetlerde. Bir de sizin köyde sinemacılık serüveniniz olduğunu anlatırlar. Bu konuyu da anlatabilir misiniz?

Sinemacılık serüveni köye geldiğimde başladı. Rahmetli meşhur sinemacı Halil Yalçın, “Hocam buraya Veli Kaptan gelip sinema oynatıyor. Sinema makinesi alıp burada sinemacılık yapalım, iyi para var bu işte demişti. Ben öğretirim sana diye de ekledi. Gidip bir makine alalım yarı yarıya ortak olalım dedi. İstanbul’a gidip Yugoslav malı bir film makinesi aldık. Ama makinenin ücretinin tamamını bana verdirdi.  Marmara’ya 35-40 liraya film gelirdi. Halil’in aynı zamanda Çınarlı’da da ortak sineması vardı. İyi geliri vardı sinemanın. Halil’le sözde ortaktık ama bütün iş benim üstüme kaldı. Memur olduğum için de kanunen bu yasaktı. Marmara’ya gelen filmleri Haliller’den satın alır, köyde gösterirdik. Türkan Şoraylar, Ediz Hunlar olunca köylüler özellikle de kadınlar rağbet ederdi. Yılmaz Güney’i pek izlemezlerdi. Saraylar’dan da Kara Mestan’dan film alırdık. Sinemayı eski okul binasında yapmıştık. Yeni bina tamir olunca taşındığımız için bu bina boşalmıştı. Susurluk’tan tahta sandalye satın aldım oturma düzeni için. Büyük bir salondu, 70-80 sandalye vardı içeride. Öğretmen odasına film makinesini kurmuştuk. Sinema işi hepten tutunca bir arkadaşımın üstüne çıkarmıştık ruhsatı. Sinema açılınca kadın-erkek karma izlettirmeme karıştılar, kadınlara ayrı matine yapmamı istedi köyden bazı erkekler. Karşı çıktım, kabul etmedim. Yeni nişanlı çiftler için bir de oda yapmıştım hususi loca gibi. Sonra herkesin hoşuna gitti bu.  Sinemacılık yapmasaydım eğer oturduğum evi de yapamazdım. Okulun alt katı mağaza gibiydi. Üst kata sinema salonunu kurmuştuk. Turizm adada başladığında da sinemacılığı bıraktım zaten aşağı yukarı 1971-72 yıllarında. Köyün elektriği yetersiz kaldığından Çınarlı’da Gondola otelden ikinci el bir jeneratör almıştım. Sinema salonunda tiyatro filan da oynattık sonraları. Bugün bu bina halen duruyor fakat üst yapısı zamanla yok oldu.

Bir milli bayram töreninde kürsüde Beşir Öğretmen

Köy Öğretmeni Beşir Tulunay’ın 23 Nisan 1975 Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenindeki konuşma metni:

23 Nisan Ulusal Egemenliğimiz’in ebedi sembolü olan TBMM’nin kuruluşunun 55. Yıldönümü günüdür.

23 Nisan Türk çocuklarının her yıl iki bayramı bir arada kutladıkları bir gündür. 23 Nisan hem Ulusal Egemenlik Bayramı hem de çocuk bayramıdır. Bu Bayramı Türk çocuklarına Atatürk armağan etmiştir. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın 55. yıldönümünü büyük bir milletin mutlu çocukları olarak kutluyoruz. Gönüllerimiz sevinç ve övünçle dolu.

Milletlerin hayatında önemli dönüm noktaları vardır. Bunlardan bir kısmı felaketlerin başlangıcı, bir kısmı da mutlulukların müjdecisidir. İşte Birinci TBMM’nin açıldığı günün de Kurtuluş Savaşımızın öncüsü büyük zaferimizin ve Cumhuriyetimizin müjdecisi olması bakımından Milli tarihimizin şerefli sayfalarında önemli bir yeri ve anlamı vardır. Gerçekten fertlerin olduğu gibi milletlerin de kişilikleri milli haysiyetlerine düşkünlükleriyle ölçülür. Milli haysiyetin en doğru olanı ise (özgürlük) hürriyet ve milli hakimiyettir. Bu yüzden haysiyetine düşkün milletler için insanca yaşamanın ve hatta var olmanın temel şartı kısaca Ulusal Egemenlik ve özgürlüktür.

Aziz milletimiz de ulusal egemenliği (özgürlüğü) uğrunda uzun ve çetin savaşlar vermiştir.

“Türk Halkı, Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti uşak muamelesine dayanamaz” diye haykıran Mustafa Kemal önderliğinde kahraman milletimiz birlik ve beraberlik içinde vatanımızı iç ve dış düşmanlardan özgürlüğüne yani Cumhuriyeti’ne kavuşturmuştur. Atatürk Ulusal Egemenliğimiz’in (özgürlüğümüzün) ve Devrimlerimiz’in geliştirilmesini sağlamak amacıyla bu mutlu günü Çocuk Bayramı olarak Türk çocuklarına armağan etmiştir.

Nitekim bu inancını; “Gençler Cumhuriyet’i biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizlersiniz” sözleriyle dile getirmiştir. Bu güvenledir ki Türk İstiklal ve Türk Cumhuriyeti’ni yarının gençleri olan bu mini mini yavrulara emanet etmiştir.

Milletçe en büyük dileğimiz sizleri yarınki Türkiye’nin yurtsever, milliyetçi, karakterli, bilgili, ahlaklı, çalışkan ve yapıcı vatandaşı görmektir.

Özgür Cumhuriyet varlığını ancak ona gönülden inanan nesillerle devam ettirebilir. Gençler, çocuklar bu inanç ve güvençle yetiştirilmektedirler.

Çünkü biz ışığımızı, inancımızı, gücümüzü Atatürk’ten ve damarlarımızdaki asil kandan almaktayız. “Ne mutlu Türküm diyene”.

Beşir Öğretmen ve Tulunay ailesi Gündoğdu Köyü Maşatlık Tepesi’nde bir bayram sabahı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin idealist devrimci kuşağının yetiştirdiği eğitim ordusunun neferlerinden biri olan ve büyüklerinden aldığı bayrağı uzun seneler gururla taşıyan Beşir Öğretmen’in tecrübelerinden bugünün ve yarının nesilleri acaba ne kadar faydalanabiliyor? Türkiye’nin gelmiş geçmiş en çağdaş eğitim modeli olan Köy Enstitüleri’ne her geçen gün biraz daha gıpta ile bakıyoruz. Cumhuriyetimiz’in yetiştirdiği bu ak saçlı delikanlılardan toplumumuzun öğreneceği çok şeyin var olduğuna inananlardanım. Bu vesileyle Beşir Tulunay öğretmenimize sağlıklı uzun bir ömür diliyor, yetişmemizde emeği olan tüm öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutluyorum…

Anlatı ve fotoğraflar Beşir Tulunay.


[1] Savaştepe Köy Enstitülü Yılları, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Balıkesir Şubesi 5. Yayını.


Yayınlanma Tarihi: 11 Kasım 2024  /  Son Güncellenme: 11 Kasım 2024


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.