Paylaş
Tüm Sayılar      2024      Sayı 234 – Aralık 2024      Yolu Heybeliada Sanatoryumu’ndan Geçen Edebiyatçılar

Yolu Heybeliada Sanatoryumu’ndan Geçen Edebiyatçılar


2005 yılında kapatılmasından bu yana kaderine terk edilen, metruk halde bırakılan Heybeliada Sanatoryumu, hizmete açılışının yüzüncü yılında çeşitli yönleriyle ele alınıyor, yeniden topluma kazandırılmasının yolları araştırılıyor.

Verem hastalarının şifa aradığı sanatoryum yalnızca bir sağlık merkezi değil, edebiyatımız açısından da önemli bir hafıza mekânı. 3 Kasım 2024 günü Karakutu Derneği’nin* düzenlediği etkinlikte burada tedavi gören edebiyatçıların, Rıfat Ilgaz, Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu, Hayalet Oğuz ve Ece Ayhan’ın izini sürdük, verem hastalığının ve sanatoryumda geçirdikleri günlerin yaşamlarındaki etkilerini eserlerinden, mektuplarından örneklerle görmeye çalıştık.

Bu edebiyatçılarımızdan biri şair ve yazar Rıfat Ilgaz (1911-1993). Toplumcu bir bakış açısıyla yazdığı kitaplar, çıkardığı dergiler Ilgaz’ın sürülmesine, defalarca yargılanmasına ve hapis yatmasına neden oldu. Çok üretken olan Ilgaz şiir, öykü, roman, oyun, anı türünde eserler verdi, çok sayıda ödüle değer bulundu. Hababam Sınıfı adlı kitabı birçok kez filme uyarlandı, sahnelendi.

Rahatsızlığı nedeniyle çeşitli sanatoryumlarda tedavi gören Rıfat Ilgaz Sarı Yazma adlı otobiyografik romanının bazı bölümlerinde 1940’lı yıllarda yattığı Heybeliada Sanatoryumu’ndan, buraya ilişkin anılarından söz eder.

Üçüncü ayımı 4 Aralık’ta doldurmuştum Heybeli’de. Kitaplarımı paketlemiş̧, notlarımı yazılarımı genişçe bir zarfa tıka basa doldurmuştum.

Tevfik İsmail son kez sırtımı dinlemiş, filmimi gözden geçirmişti:

‘Ameliyatsız atlatamaz, demiştim ama aldanmışım. Bir hasta üç ayda ancak bu kadar düzelebilir!’

Bu sözler bir doktor avutması olsa bile, bir gerçeği unutuyordu Başhekim. Heybeli’ye cezaevinden gelmiştim ben. Nişantaş, Şişli, Maçka’daki kaloriferli dairelerden değil…

Yaşanması, yiyip içilmesi, soluk alınması bile zor bir ortamdan gelmiştim. Elbet kısa zamanda düzelmem gerekirdi bu düzenli sanatoryumda.

İşte gene böyle bir ortama dönüyordum.

Ilgaz’ın eleştirmen Fahir Onger’e ithaf ettiği “Heybeli” adlı bir şiiri de var:           

Nasıl sevmezsin Heybeli’yi, / Ne evim, ne bahçem var, / Ne iskelesinde sandalım. / Ne param var savuracak / Çamlarına, denizine, ay ışığına! / Ne asfaltına tırmanacak dermanım. / Rüzgârında payım var, olsa olsa / Bir nefeslik. / Ben insanların belki en yorgunu, / Denizin, güneşin özlemi bende, / Bende yaşamanın, çalışmanın özlemi. / Mevsimsiz sevmesini bilirim, / Vakitsiz düşünmesini, / Düşünüp düşünüp üzülmesini, / Gülüşüm, bakışım ayrı, / Belki üzgünüm biraz, yılgın değil, / Farkındayım olup bitenlerin. / Nasıl sevmezsin Heybeli’yi, / Herkesin bağı bahçesi ayrılmış, / Denizde kotrası yalısı. / Ayırmış ayıran, hastanesinde / Bizim de yatağımızı.

Sanatoryumda yatan diğer iki edebiyatçımız, Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu. Yakın arkadaş olan ve şiir yazmaya aynı yıllarda başlayan Zonguldaklı bu iki genç şairin, şiir serüvenleri gibi kaderleri de birbirine benzer.

1920 yılında Devrek’te doğan Rüştü Onur hastalığı nedeniyle liseyi bitiremez, Zonguldak’ta memurluk yaparken, sanatoryuma yatmanın yollarını arar. 5 Eylül 1941’de yakın dostu şair ve yazar Salâh Birsel’e yazdığı mektupta şöyle demektedir:

Heybeliada Sanatoryumu’na dört ay önce müracaat ettim, iki ay önce raporumun sıraya konduğunu bildirdiler. Oraya gelirsem bir an önce girmek için bir çare bulabilir miyiz?

Sanatoryuma yatmak isteyenler o kadar çoktur ki, sıranın gelmesi aylar sürer. Tarihsiz bir başka mektubunda şöyle söz eder bu bekleyişten:

Sanatoryum, sıramın geldiğini bildirdi. Gel denilinceye kadar Amele Birliği Hastanesi’nde yatacağım. Bunu ben değil doktorlar istiyor. Muzaffer Tayyip’le yan yana yatacağız. Zavallı çocuk bir aydır yatıyor. Beni görünce kim bilir ne kadar sevinecek. Bahtsız iki şair yarın aynı koğuşta yan yana ölümü düşünecekler.

Sanatoryuma ancak 1941 Aralık ayında yatabilir. Şubat 1942’de taburcu olduktan sonra Zonguldak’a dönerken gemide tanıştığı Mediha Sessiz adlı tifo hastası genç kıza âşık olur. Ne var ki tekrar hastalanarak dört ay daha sanatoryumda yatar. Temmuz 1942’de taburcu olur, 5 Ağustos’ta nişanlanırlar. İstanbul’a giderek nişanlısının ailesiyle birlikte yaşadığı Beşiktaş Şair Leyla Sokağı’ndaki eve yerleşen Rüştü Onur, aynı sokakta sebze satarak geçimini sağlamaya çalışır. 15 Ekim 1942’de evlenirler ama Mediha evlenmelerinden yirmi yedi gün sonra apandisit patlaması sonucu aniden vefat eder. Bu kayıpla çok sarsılan genç şair bir aya varmadan, 2 Aralık 1942’nin ilk saatlerinde ciğerlerinden gelen kanla boğularak ölür. Yirmi iki yaşındadır henüz…

1922 İstanbul doğumlu Muzaffer Tayyip Uslu, lisenin son iki yılını babasının görevi nedeniyle geldiği Zonguldak’ta okur. Mehmet Çelikel Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olan Behçet Necatigil’e yazdığı 12 Nisan 1943 tarihli mektubunda şu satırlar vardır:

Behçet Bey Ağabeyimize,

Mektepteki durumumu belki merak edersiniz diye yazıyorum:154 Karneyi aldık. Yalnızca cebir 3. Diğerleri iyi ve hepsinden 5 bekliyorum. Eğer devamsızlıktan kalmazsam bu yıl bitirmeye girmek hakkını alabileceğimi sanıyorum. Ahh, şu devamsızlık, hep sıhhi durumumun kötüleşmesi bunlara sebep oluyor. Gerçekten şu günlerde sıhhi vaziyetim çok fena. Galiba yolculuk var, Rüştü’nün yanına.

       

 

Liseyi güçlükle bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü’ne yazılır, ancak hastalığı ve yoksulluk eğitimini sürdürmesine engel olur. Zonguldak’a dönerek iş bulmak, çalışmak zorundadır.

Muzaffer Tayyip Uslu, Zonguldak’tan yazdığı 19 Ocak 1946 tarihli son mektubunda şöyle der Necatigil’e:

Sevgili Behçet,

(Bu hitabımı samimiyetime ver.)

Buradan bir havadis istersen, sıhhi durumumun bir kelimeyle berbat olduğunu söyleyebilirim. Bu defa, galiba kurtuluş yok. Sanatoryuma yatmanın çarelerini arıyorum.

Mektubun zarfında kısacık bir adres vardır: “İş mükellefiyeti Zonguldak”. İkinci Dünya Savaşı’nın tüm dünyayı etkileyen olumsuz koşullarında yoklukların, yoksunlukların arttığı, Zonguldak ve çevresinde yaşayanlara madende çalışma zorunluluğu getiren Mükellefiyet Yasası’nın devreye girdiği yıllardır…

Muzaffer Tayyip de arkadaşı Rüştü Onur gibi bir süre sanatoryumda yatar ama hastalığa yenik düşüp 3 Temmuz1946’da, çok genç yaşta hayata veda eder. “Gramer Dersi” şiirinde yazdığı son dizeler gerçek olmuştur artık…

“Sevmek” bu bir kelimedir/ “Sarı saçlı” dersem bir kız için / Sıfat söylemiş olurum / “Ben sarı saçlı bir kız sevdim”/ Bir cümledir, sevda dolu bir cümle / Nokta koymalı, durmalı, zira / Zira “açlık” da bir kelime / Cümleye gelmez sarı saçlı kız gibi / Ah elbet dolaşırsa ölüm sık sık dilime/ “Öleceğim, ölüyorum, öldüm”/ Diyeceğim bir gün.

Bu şairlerin hayat hikâyeleri, Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği 2013 yapımı Kelebeğin Rüyası adlı filme konu olmuş; bu film her iki şairi de geniş kitlelerle buluşturmuştur. Filmin bazı sahneleri Heybeliada Sanatoryumu’nda çekilmiştir.

Heybeliada Sanatoryumu’nda yatan bir başka isim, yakın çevresinde Hayalet Oğuz olarak tanınan şair ve çevirmen Oğuz Haluk Alplâçin (1929-1975). Mizah dergilerine yazılar yazmış, şiirler yayınlamıştır. Çok sayıda çevirisi ve senaryo çalışması vardır. Tezer Özlü Hayalet Oğuz adlı anlatısında 21 yıllık arkadaşından şöyle söz eder:

Oğuz, İstanbul’da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. Yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. (…) Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı. (…) 21 yıl süreyle birbirimizi çok sık gördük. Aynı evlerde yaşadık, aynı çevrelerde dolaştık. Aynı kitapları okuduk. O, özellikle yeni çıkan telif kitaplarını ilk günden edinirdi. (…) Çoğunlukla da elinde bir İngilizce polisiye roman bulunurdu. Türkçeye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı. Adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor… gibilerden kullanmadı. Yazın çalışmalarında tam bir fabrika işçisiydi. Sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçam’a. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir.

Hayalet Oğuz 1975 yılında Heybeliada Sanatoryumu’na yatmadan önceki akşam, Tezer Özlü’yle birlikte son kez, çok sevdiği Beyoğlu’ndadır:

Erken çıkmıştık lokantadan. İstiklal Caddesi kalabalıktı gene. Havasız ve pisti her zamanki gibi. Oğuz heyecanlı idi. Sanki önemli bir olay onu bekliyordu. Erken yatmak, bir an önce hastaneye gidip, yerine uzanmak istiyordu. Ama bu gidiş hastaneye, ölüme falan değil de, hiç çıkmadığı bir Avrupa yolculuğu, ya da sevdiği bir kadınla buluşacağı sabahı bekleyiş gibiydi. (…) Tünel’e doğru yürüyecekti. Otuz yıldır yaşadığı bu caddede son yürüyüşü olacaktı bu, yorgundu. Ağabeyimin evinde uyuyacaktı, yanında pek tanımadığı bir üniversiteli genç kalacaktı. Bu çocuk onu sabah Ada vapuruna bindirecekti. Ve Oğuz dört gün sonra akciğer kanserinden boğularak ölecekti. Kırk altı yaşında ve kırk altı kilo olarak.

Sanatoryumda kalan bir başka şairimiz de Ece Ayhan (1931-2002). Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra çeşitli yerlerde kaymakamlık yapan Ece Ayhan, sonraları yayınevlerinde editör, redaktör olarak çalışır. 1974’te beyninde bir tümör oluşmasıyla başlayan sağlık sorunları yıllarca devam eder. Yaşamını çeşitli huzurevlerinde, ekonomik sıkıntılar içinde ve sağlık sorunlarıyla mücadele ederek sürdüren şairin, vereme yakalanıp sanatoryumda kaldığı tarih kesin olarak bilinmemekle birlikte, biyografisindeki bilgilerden 1999 olduğu tahmin ediliyor.

Otorite karşıtlığıyla, kendine has sert diliyle ve biçim denemeleriyle tanınan Ece Ayhan şiirimizdeki İkinci Yeni akımının öncülerindendir. Kınar Hanımın Denizleri, Bakışsız Bir Kedi Kara, Yort Savul gibi şiir kitaplarının yanı sıra anlatı, günlük, eleştiri, deneme ve anı kitapları da vardır.

Edebiyatımızda verem teması

19.yüzyılda çok yaygın görülen ve henüz tedavisi olmayan tüberküloz ya da verem hastalığı, edebiyatta da ele alınan temalardan biri. Tanzimat Dönemi’nde ilk romanımız Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’tan başlayarak edebiyatımızın önemli romanlarından olan Araba Sevdası, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Vurun Kahpeye, Huzur başta olmak üzere Cumhuriyet dönemi romanlarında da veremle karşılaşıyoruz. Halk arasında “ince hastalık” denilen vereme yakalanma nedeni Tanzimat ve Servetifünun Dönemi’nde umutsuz aşklar, kavuşamama ve aşk acısıyken, sonraları yoksulluk, bakımsızlık ve sağlıksız hapishane koşulları gibi nedenler öne çıkıyor.


Araştırılan kaynaklar: Heybeliada, Akillas Millas, Adalı Yayınları, 2019, Tarih Boyunca İstanbul Adaları, Pars Tuğlacı, Cem Yayınevi, 1989/1992, Sarı Yazma, Rıfat Ilgaz, Çınar Yayınları, Nisan 1994, 5. Basım, Rüştü Onur, İbrahim Tığ, Kaynak Yayınları, Mart 2020, 3. Basım, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Behçet Necatigil, YKY, Şubat 2016, Burası Orası Değil (Hayalet Oğuz kitabı), Kaya Tanış, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2021, Eski Bahçe Eski Sevgi, Tezer Özlü, YKY, 2019, Necatigil arşivi, tr.wikipedia.org, teis.yesevi.edu.tr, academia.edu

*2014 yılından beri düzenlediği hafıza çalışmaları programları, atölyeler ve hafıza yürüyüşleriyle, gençlerin kent hafızası, insan hakları ve demokratik değerler konusunda duyarlılık ve farkındalık edinmesini hedefleyen Karakutu Derneği hakkında ayrıntılı bilgi için: https://karakutu.org.tr  Instagram: @karakutuorgtr

 

 


Yayınlanma Tarihi: 07 Aralık 2024  /  Son Güncellenme: 09 Aralık 2024


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.