Paylaş
Tüm Sayılar      2024      Sayı 230 – Ağustos 2024      İstanbul’un Sırça Küpü Adalar 

İstanbul’un Sırça Küpü Adalar 


Kınalılı Hırant için

Adalara “minibüs” getirilmesine gösterilen tepkiler ve sonrasındaki tartışmalar, bana, çocukluğumdan bu yana sefasını da sürdüğüm, cefasını da çektiğim  yerleşik  “ada” hayatına vurulan darbelerin hızlandığını düşündürdü.  Kınalıada’da kimi zaman yazlıkçı, kimi zaman kışlıkçı olarak yaşadığım yıllar, bana her daim buradaki sıra dışı yaşamın paha biçilmez değerde olduğunu göstermişti. Adalar’a vurulan yeni darbeler, sadece doğanın ya da çevrenin değil, aynı zamanda eski İstanbul’un gizlerini barındıran olağan dışı bir hafıza mekanının daha yok edilmesinin acısını bana hissettirdi.

 

Namı diğer Prens Adaları’nın, yaşayanları sürekli değişmiş olsa da, geride  kalanlara gizemli anılarını da devreden ender bir “sivil kültürel varlık” olduğunu vurgulamak isterim. Burada özellikle kültürel miras yerine kültürel varlık kavramını kullanmamı açıklamam gerek. Kültürel mirastan farklı olarak kültürel varlık, hâlen yaşayan ve eğer öldürülmezse, yaşamını sürdürebilecek olan birikimleri ifade eder. Dolayısıyla kültürel varlıkların korunması için yerleşik koruma ilkelerinden farklı yaklaşımlar gereklidir. Adalar’da varlığını sürdürmeye çalışan bu yaşam, sadece doğal ortam ve fiziksel çevre değildir; onlarla simbiyotik ilişki içinde kurulmuş kendine özgü bir eski İstanbul yaşamıdır. Bu yönüyle, ada kültürü, hem kıta İstanbul’undan, hem de köy kültüründen farklı, doğayla ve İstanbul’la iç içe kurulmuş, kendine   öz ve özgün bir kentli yaşam biçimidir. Adalar, yöneticilerin sandığı gibi herhangi bir idari birim, ya da “ilçe” değildir, aynı zamanda kıymetli ve hala üretken olarak yaşayan bir kültürel varlıktır.

Adaların her biri, kendine özgü geçmişe ve yaşam biçimine sahiptir.  Bu bağlamda, benim son yetmiş yılına tanıklık ettiğim Kınalı yaşamı ile Burgaz, Heybeli ve Büyükada arasında, geçmiş,  gizem ve gündelik yaşam farkı vardır. Her bir adanın yaşam kültürü ancak içinde uzun süre yaşandığında algılanabilir. Adalılık, her adaya göre değişen anlam ve kimlik ifade eder.

Dışardan bakanlar için ise, Adalar, “ayrıcalıklı” yaşamın mekanıdır.  Adalı olmayanlar, oraları sadece, keyifli bir yaşam süren, kendilerine seçkin bir hayat sunulmuş, bunun şansı bahşedilmiş kimselerin yeri olarak görür, çoğu zaman gıpta ile bu hayatlara hayıflanır. Halbuki burasının, aynı zamanda, aslında, eskiden bir “sürgün yeri”, şimdi ise, şu anda yaşadığımız toplumda göze çarpmadan yaşamak isteyenlerin- kimi zaman “dışlanmışların” sığınağı,  çok farklı insanların, çok farklı dürtülerle  kendilerini izole etmek istedikleri yer olduğunu pek bilmezler.

Nitekim, benim bunu fark etmem de oldukça uzun bir süre aldı. Beni etkileyen ilk olay, 6/7 Eylül’de,  her zaman olduğu gibi ilk vapurla işlerine giden komşularımızın, alelacele bir sonraki vapurla evlerine dönmeleri oldu. Komşularımızın, kapı ve pencerelerini kapatarak ağlamalarına, o sıralar küçük bir çocuk olduğumdan anlam veremedim. Bizim evdeki büyüklerim ise, bana, sessiz kalmamı ve onlara saygı göstermemi istediler, ama hiçbir şey anlatmadılar. O günün hala büyük acılarla hatırlanan 6-7 Eylül olaylarının yaşandığı gün olduğunu daha sonra idrak edecektim.  O günlerden hatırladığım en iyi olay, adamızdaki komiserin, İstanbul’daki azınlıkların eşyalarını yağmalayan, geçim yerlerini dağıtan yağmacıların adaya girmelerini önlediğiydi. Komiserin çocukları arkadaşımdı ve adalılardan çok saygı görürlerdi. Kınalı’dan hatırladığım ve beni etkileyen bir başka olay, Kıbrıs çıkartması sonrasında komşumuz adalı Rumlar’ın Kınalı’yı ağlayarak terk edişleri oldu. Beni etkileyen bir başka anım ise, gençlik yıllarımda, Akıncı gençlerin teknelerle sahile inerek denize girenlere saldırmalarıdır. Bu olay, bana “ayrıcalıklı olma” ile “ayrımcılık” arasındaki farkı tam anlamıyla anlattı ve berraklaştırdı. O dönemden bu yana, kimin, hangi durumlarda “ayrıcalıklı” olduğunu, kimlerin, neden ve nasıl “ayrımcılığa” uğradığını, kısaca hâlâ, “ayrıcalıklı olma” ve “ayrımcılık” konularını sorgulayıp duruyorum. O nedenle, bazı karar vericilerin Adalar’a dışardan bakarak oralara sadece ayrıcalıklıların yaşam yeri muamelesi yapmasını yadırgıyorum. İstanbul ve Adalar hakkında   karar verenlerin, neyi yok ettiklerini fark etmeden, teknokratik ya da popülist kaygılarla, Adalar’daki bu özel yaşam alanına müdahale etmelerini izlemek bana çok acı veriyor.

Şimdi düşünüyorum da, belki de Adalar’ın İstanbul’a çok yakın, ama zor ulaşılabilir olması,  buradaki yaşamın oluşmasında ve geçmişteki izlerin saklanmasında etkili oldu. Nitekim, “adalılık”, “yazlıkçılar” için farklı, “yaz/kış” adada yaşayanlar için farklı anlam taşır. Denizin yaşattığı mevsimsel sürprizler, adada kışın yaşayanlara doğayı ve zorluklarını sürekli hatırlatır, yazlıkçılar ise bunu pek fark etmez. İstanbul’la ilişkiyi hem kuran hem kesen deniz, içe kapalı yaşamı zorunlu kılar ve izole yaşamı seçenlere çok farklı bir dünya yaratır. Bu gönüllü uzaklığın, hafıza mekanlarını oluşturmasında ve bugüne taşınmasında etkili olduğunu şimdi fark ediyorum. Belki de çok sayıda sanatçının, yazarın ada sevgisinin kaynağında bu çelişkiler yatıyor. Bu nedenle ki Adalar, aynı zamanda sessizce kültür üretmenin de mekânıdır.

Eski bir Kınalıadalı olarak, yaz aylarında adaya gelen günübirlikçilerden de söz etmesem olmaz. Kınalıada’yı diğer adalardan ayıran en önemli özellik, bu adanın sahillerinin yoksul günübirlikçilerin de mekânı olmasıdır. İstanbul’da yaşayan binlerce genç yüzmeyi bu kıyılarda öğrenmiş, ilk aşklarıyla bu kıyılarda dolaşmış, belki de düşünmüş ve adadan ferahlayarak ayrılmışlardır. Eminim, İstanbul’da bu keyfi tatmış ve unutmamış binlerce insan vardır. Öte yandan, vapur tarifesinin adalılar için farklı bir anlamı vardır. Tarifeler, adalılar için sadece kente gidip gelmenin zamanlaması değil, aynı zamanda adaya kimlerin geldiğini ya da kimlerin gittiğini anlatması açısından da önemliydi. Adalılar, günübirlikçileri adadan uzaklaştıran son vapurun düdüğünü duyduktan sonra alışık oldukları yalnızlığa dönerek uyurlardı. Günübirlikçilerle adalılar arasında, son dönemlere kadar, önemli bir gerilimin yaşandığını hatırlamıyorum.

Buraya kadar yazdıklarımı devri geçmiş bir adalının nostaljik düşünceleri olarak algılayabilirsiniz. Ancak, son günlerde, adalara minibüs getirilmesi ile ilgili tartışmalar, bana, nedense güvercinlerin şemsiyeyle “dürtüklenmesi” olayını hatırlattı. Yetkililerin, minibüse itiraz edebilenlere verdiği küçümseyici cevaplar da beni şaşırttı. Onlara Adalar’a minibüsün getirilmesine itiraz edebilenlerin, kendilerinde bu gücü bulan çok küçük bir azınlık olduğunu hatırlatmak isterim. Bu “dürtüklemeden” tedirgin olan çok sayıda güvercinin ise sessiz kaldığını hissediyorum ve biliyorum.

Bu yazıda, adalara kitlesel insan akımının teşvikinin sadece doğa ve çevrenin değil, aynı zamanda önemli bir hafıza ve kültür mekânının da yok edilmesi anlamına geldiğini anlatabilmek istedim. Bu çok değerli kültürel varlığın nasıl korunacağı üzerinde düşünebilmek için önce acele kararlardan vaz geçmek gerekli. Çok kıymetli, bir sırça kadar kırılgan olan   bu yaşam alanı için sadece çevrecilerin, sanat tarihçilerinin değil, toplumsal hafızanın köklerini arayanların da katkıda bulunması gerekir. Aksi takdirde, bu üretken sığınak, kitlesel turizmle, korkarım ortada sadece kabukları kalan bir deniz yaratığı haline gelecek.


Yayınlanma Tarihi: 09 Ağustos 2024  /  Son Güncellenme: 09 Ağustos 2024


Bu yazı hakkında yazarımıza ve editörlerimize iletmek istedikleriniz mi var?
Aşağıdaki formu kullanarak kendisine ulaşabilirsiniz.
(Bu formdaki bilgiler, yazarımız ve editörlerimizin mail adreslerine iletilecektir.)


Çerezleri Yönetin!

Sitemizde sizlere daha iyi hizmet verebilmek, güvenlik ve sizi tanımak adına çerezler kullanmaktayız, detayları öğrenmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gizlilik Politikanızı ve KVKK Aydınlatma metnini okumak için buraya tıklayınız.

Eğer sitede gezinmeye devam edersiniz politikamızı onaylamış sayılacaksınız.